Hz. Peygamber ve Sahâbe Döneminde Hadis ve Hadis Rivayeti

   Allah Resûlü’nün ve Müslümanların Mekke’den göçleriyle “Hicret Yurdu” adını alan Medine, çok kısa bir süre içinde bilgi ve hikmetin de yurdu haline gelmişti. İnsanlar iman ettikleri dinin gereklerini öğrenmek için Kur’an’a, sünnete dair konularda Allah Resûlü’ne sürekli sorular soruyorlar, o da bilgiye ve hikmete susamış sahâbîlerinin susuzluğunu gidermek için büyük çaba sarf ediyor, kendisine yöneltilen soruları tek tek cevaplıyordu. Allah Resûlü, sahâbîlere karşı olan bu tutumunu müşfik bir babanın evlatlarına karşı tutumuna benzetmiş ve “Ben size (öğreten/yol gösteren) bir baba gibi öğretiyorum.”51 buyurmuştu.
   Resûl-i Ekrem’in, İslâm’ın yüksek hakikatlerinden günlük hayatın en ince detaylarına kadar ashâbını her konuda eğitmesi, müşriklerin de dikkatini çekmiş, alaycı bir tavırla, onun her şeyi hatta tuvalet âdâbını dahi arkadaşlarına öğrettiğini dile getirmişlerdi.52 Bu durumun bilincinde olan sahâbe ise nebevî kaynaktan gelen her bilgiyi muhafaza etmek için büyük bir gayret ve ciddiyet içinde olmuşlardı. Onların Allah Resûlü’nü dinlerken takındıkları tavrı tasvir eden bir rivayette, “Sanki başlarında birer kuş varmış gibi (dikkatli) idiler.” denilmiştir.53 Elbette Peygamber ve sahâbe arasındaki bu iletişim sadece mescitle ve hutbelerle sınırlı değildi. Hz. Peygamber’in, içlerinden birisi gibi yaşaması sebebiyle aralarındaki bilgi akışı hayatın doğal seyri içinde evde, yolda, çarşıda, seferde, kısacası toplumsal her ortamda devam etmişti. Böylece Medine, tarihin tanık olduğu en büyük açık bilgi şehirlerinden biri olmuştu. Bazı sahâbîler, etrafında kenetlendikleri bu rehber iradenin söylediklerini ve yaptıklarını kaçırmamak için özel meclislerinde bulunmayı nöbete bağlamışlardı. Buhârî’nin rivayet ettiğine göre, Medine’nin iki-üç mil (takriben dört kilometre) uzağında oturan Hz. Ömer, komşusu ile bu konuda anlaşmıştı. Gerek evlerinin Mescid-i Nebî’ye uzak olması, gerekse yapmaları gereken günlük işler54 dolayısıyla Resûlullah’ın yanına nöbetleşe giderler, Medine’ye bir gün Hz. Ömer iner, bir gün de komşusu inerdi. Böylece kim Allah Resûlü ile buluşmuşsa akşamları duyduklarını diğerine aktarır, ikisi de yeni bilgilerden mahrum kalmazdı.55
   Allah Resûlü’nün eğitim öğretim amacıyla tertip ettiği meclislere erkeklerin yanı sıra hanımlar da yoğun biçimde katılmıştır. Hatta hanımlar mescitte erkeklerden yer ve fırsat bulamayınca, “Allah’ın sana öğrettiğinden bize de öğret.” diyerek kendilerine özel bir gün tahsis edilmesini istemişler, Hz. Peygamber de özel bir gün belirleyip onlara vaaz ve nasihat ederek eğitimleriyle meşgul olmuştur.56
   Hz. Peygamber’in bilgilendirme ve eğitim faaliyetleri Medine halkı ile sınırlı değildi. O, kendisine gelen heyetler (vüfûd) ve başkalarına gönderdiği elçiler (buûs) vasıtasıyla uzaktaki topluluklara ve beldelere de ulaşmıştır. Ancak Medine’deki eğitim ve öğretim faaliyetlerinin daha özel ve daha düzenli hale gelmesi Suffe Ashâbı ile olmuştur. Mesid-i Nebevî’nin bitişiğinde yoksul veya ailesiz/bekâr sahâbîlerin barınması için ayrılan ve zamanla bir eğitim merkezi haline gelen Suffe, sayıları yüzlerle ifade edilen öğrencisiyle İslâm’ın ilk sistemli eğitim ve öğretim müessesesi kabul edilmektedir. Peygamber Efendimiz (sav), zamanlarının çoğunu kendisiyle birlikte geçiren Suffe Ashâbı’nın yetişmesi için bizzat ilgilenirdi. Suffe Ehli aslında bir ilim ve irfan kadrosu idi. Bütün zamanlarını Kur’an ve hadis (sünnet) başta olmak üzere İslâm’ın esaslarını öğrenmeye hasretmişlerdi. Peygamber Efendimizin belirlediği muallimler onlara Kur’an okumayı ve yazı yazmayı öğretiyordu. Suffe Ashâbı’ndan olan Ubâde b. Sâmit ile Abdullah b. Saîd b. el-Âs Suffe’deki talebelere okuma, yazma ve dinî bilgiler konusunda ders veriyorlardı.57 Abdullah b. Mes’ûd, Übey b. Kâ’b, Muâz b. Cebel, Sâlim b. Muâz da Allah Resûlü’nün kendilerinden Kur’an öğrenilmesini tavsiye ettiği isimler arasında bulunuyorlardı.58 Suffe Ehli, hadislerin, sünnetin ve dinî uygulamaların tespit edilip korunmasında ve yayılmasında büyük pay sahibidir. Onların ilim yolundaki bu gayretleri sonraki dönemlere de güzel bir örnek teşkil etmiştir. Nitekim camilerin bitişiğinde kurulan mektep, medrese ve külliyelerin hepsi, Resûlullah’ın Mescid-i Nebevî’deki bu uygulamasından esinlenerek yapılmıştır.59
   • Hadis, varlığını Hz. Peygamber’den alır. Ancak, Hz. Peygamber’in Kur’an’ın dışındaki söz ve davranışları, onun sağlığında düzenli ve kapsamlı biçimde yazıya geçirilmemiştir. Zaten bunun yapılabilmesi için ne tarihî ve sosyal şartlar müsaittir ne de bu çapta bir edebî, bilimsel faaliyete imkân verecek insan kaynağı ve malzeme mevcuttur.60 Hz. Peygamber’in, Kur’an’la karışma ihtimaline binaen61 hadislerin yazılmaması yönünde bir isteği olduğu bilinmektedir. Ebû Saîd el-Hudrî vasıtasıyla nakledildiğine göre Resûlullah şöyle demiştir: “Benden bir şey yazmayın. Her kim benden Kur’an’dan başka bir şey yazmışsa onu hemen yok etsin. Benden hadis rivayet edin; bunun bir sakıncası yok. Ama her kim benim üzerimden kasten yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın.”62 Bir başka rivayete göre yine Ebû Saîd el-Hudrî, Resûlullah’tan, (hadisleri) yazmak için izin istediklerini, ancak onun kendilerine izin vermediğini nakletmektedir.63 Resûlullah’ın hadislerin yazılmaması yönünde bir isteği olduğunu Zeyd b. Sâbit de nakletmektedir.64 Hatta Hz. Ömer devrinde bütün hadislerin toplanılması düşünülmüş, ancak aynı gerekçeyle bundan vazgeçilmiştir. Tabakât müellifi İbn Sa’d’ın naklettiğine göre, Hz. Ömer Resûlullah’ın sünnetlerini kayda geçirmek hususunda önce sahâbe ile istişare etmiş, ancak tam karar veremeyince bir ay boyunca istihareye yatmış ve neticede önceki din mensuplarının, sonradan yazdıkları kitaplara yönelmek suretiyle Allah’ın Kitabı’nı terk ettiklerini anımsayarak “Allah’ın Kitabı’na bir şey karıştırmam”65 demiş ve bu uygulamadan tamamen vazgeçmiştir.66
   • Hz. Peygamber’in hadislerin yazılması hususunda bazı sahâbîlere özel izin verdiği bilinmektedir. Bunlardan biri olan Abdullah b. Amr b. el-Âs şöyle demiştir: “Ben, muhafaza etme düşüncesiyle Resûlullah’tan işittiklerimin hepsini yazıyordum. Kureyşli bazı kişiler, ‘Resûlullah (sav) sakinken de öfkeliyken de konuşan bir insan olduğu hâlde, sen ondan her duyduğunu yazıyor musun?’ diyerek beni bundan menettiler. Ben de yazmaktan vazgeçtim ve bu durumu Allah’ın Elçisi’ne ilettim. O (sav) da “Sen yaz.” dedi ve parmağıyla ağzına işaret ederek, “Varlığım elinde olan Allah’a yemin olsun ki buradan hakikatten başka bir şey çıkmaz.”67 buyurdu. Abdullah’ın Resûlullah’tan yazdıklarını “es-Sâdıka” adını verdiği bir sahifede bir araya getirdiği söylenir.68 En çok hadis rivayet eden sahâbî olarak bilinen Ebû Hüreyre’nin de Abdullah b. Amr’ın hadisleri yazmakta olduğuna şöyle tanıklık ettiği ifade edilmektedir: “Peygamber’in (sav) ashâbı arasında Abdullah b. Amr dışında benden daha fazla hadis bilen yoktur. Çünkü o yazardı ben yazmazdım.”69 Tevrat ve İncil gibi kadim kitapları okuyabilen, Arapça ve Süryanice dilleriyle rahatça yazabilen biri olması hasebiyle Abdullah b. Amr’a hadisleri yazması yönünde özel bir izin verildiği anlaşılmaktadır.70 Yine Ebû Hüreyre’den nakledilen bir rivayete göre, Mekke’nin fethini müteakip Hz. Peygamber’in yaptığı konuşmayı dinleyen Ebû Şâh adlı Yemenli bir zat, Resûlullah’tan yaptığı konuşmayı kendisi için yazdırmasını istemiş, bunun üzerine Allah Resûlü kâtiplerine hutbenin Ebû Şâh için yazılması görevini vermiştir.72 Ebû Hüreyre’den nakledilen bir başka rivayete göre ise ensardan bir adam Resûlullah’ın yanında oturur, onun hadislerini dinlerdi. Dinledikleri hoşuna giderdi fakat onları ezberleyemezdi. Nihayet adam durumunu Allah Resûlü’ne arz etti. Bunun üzerine Resûlullah (sav), “O hâlde elinden yardım al.” dedi ve dinlediklerini yazması için eliyle işaret etti.72 Râfi’ b. Hadîc de Hz. Peygamber’in, ondan duyduklarını yazma konusunda kendisine izin verdiğini nakletmektedir.73
   Hz. Peygamber (sav) zamanında hadislerin sahifeler halinde bazı sahâbîler tarafından yazıldığı bilinmektedir.74 Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahâbîler şunlardır:75 Sa’d b. Ubâde (15/637) Ali b. Ebû Tâlib (40/660) Semüre b. Cündeb (58-9/677) Ebû Hüreyre (59/678) Abdullah b. Amr b. el-Âs (63/682) Abdullah b. Abbâs (68/687) Abdullah b. Ömer (74/693) Câbir b. Abdullah (78/697)
   Ebû Hüreyre76 ile Semüre b. Cündeb’in77 sahifeleri günümüze kadar ulaşmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in hayatında hadislerin yazımı konusunda mutlak/kesin bir yasak veya izin olduğunu söylemek mümkün gözükmemektedir. En azından hadislerin kısmen ve imkânlar ölçüsünde kayda geçirildiği belirtilebilir. Kimi meraklı sahâbîlerin kendileri için yazdıkları bazı hadis sahifelerinin yanında, tek tük isteklilerin talebini karşılamak üzere bazı hadisler de yazılmıştır. Veda Hutbesi’nin yanı sıra İslâm’a davet mektupları, Medine Sözleşmesi, Hudeybiye antlaşması, Yemen’e gönderilen vergi düzenlemesi örneklerinde görüldüğü üzere siyasî, idarî ve malî konularda düzenlemeler78 yapmak için Hz. Peygamber’in bizzat kendi yazdırdıkları düşünülünce İslâm’ın ilk yıllarında azımsanamayacak düzeyde kayıt faaliyetinin gerçekleştirildiği söylenebilir.79
   • Hz. Peygamber’in sağlığında sözleri düzenli bir biçimde kayda geçirilmemiş olsa da onların nakli veya rivayeti fasılasız olarak devam etmiştir. Şu var ki Efendimizin hadisleri daha sonraki dönemlerde onun ağzından çıktığı şekliyle bire bir kayda geçirilememiştir. Bu durumun bilincinde olan hadisçiler de hadislerin lafzı ile rivayeti konusunda esnek bir tavır sergilemişler, mânâyı değiştirmemek kaydıyla râvinin, hadisi anladığı şekilde rivayet etmesinde bir sakınca görmemişlerdir.80 Bizzat sahâbîlerin Hz. Peygamber döneminde zaman zaman muhatap oldukları buyrukları farklı biçimlerde algılayabildikleri81 göz önüne alınırsa bu konuda müsamaha gösterilmesi kaçınılmazdı.
   Hz. Peygamber’in vefatından sonra çeşitli coğrafyalara dağılıp oralarda nebevî bilgi mirasını geniş kitlelere ulaştırma görevini üstlenen sahâbîlerin, hadisleri Peygamber’in ağzından çıktığı şekliyle bire bir rivayet ettiklerini söylemek zordur. Nitekim en çok hadis rivayet eden sahâbîlerden Enes b. Mâlik’in bu noktada zaman zaman temkinli bir üslûp kullandığı görülmektedir. Onun, bir hadis rivayet ettiğinde, sözlerini “yahut da Resûlullah’ın buyurduğu gibi (s أَوْ كَمَا قَالَ رَسُولُ اللَّهِ 􀄁)” şeklinde bitirdiği rivayet edilir.82
   Hz. Peygamber’in ashâbını yetiştirmek için mescitte tertiplediği özel sohbetler, çeşitli heyetlerle gerçekleştirilen görüşmelerdeki beyanlar, ev ziyaretlerinde dile getirdiği hakikatler, savaşa gidip gelirken ve savaş alanlarında sarf ettiği sözler, herkesin huzurunda gerçekleşmiştir. Çeşitli vesilelerle özel olarak konuştuğu kimseler de bu görüşmelerde dile getirdiklerini mutlaka arkadaşlarıyla paylaşmışlardır. Böylece o, herkesin gözleri önünde ve herkese hitap eden bir Peygamber olarak yaşamış, asla kimseye gizli saklı bir bildirimde bulunmamıştır. Arkadaşlarının her biri de kendi idrak, zihin, hafıza ve muhayyile düzeylerine göre onun söz ve davranışlarını bellemişler ve onu göremeyen kuşaklara öğrendiklerini taşımışlardır.
   Allah Resûlü hayatta iken onun tebliğ ettiği dine gönülden bağlanan ve onu hayatlarının odağına yerleştiren sahâbîler, Peygamber’i en yüksek örnek bilmişler ve bütün davranışlarında onu ölçü almışlardı. Onun gibi namaz kılmak,83 onun gibi oruç tutmak,84 o nasıl haccetmişse öyle haccetmek,85 nasıl Kur’an okumuşsa öyle Kur’an okumak,86 kısacası her sahâbîde Allah’a onun gibi kulluk yapma arzusu vardı. Asr-ı saadette bu arzuyu duyan sahâbîler, Resûl-i Ekrem’in hayatını izlemekten yahut onun hayatının ayrıntılarını soruşturup öğrenmekten kendilerini alamazlardı. Onu anne ve babalarından, mal ve mülklerinden, vatan ve illerinden, hatta kendi canlarından daha çok seven, onun hatırasını her an zinde ve diri tutan muhacir ve ensarın, onun sözlerine, talimat ve yönlendirmelerine, hal, hareket ve tavırlarına, şekil ve şemâiline, yemesine ve içmesine, oturup kalkmasına, insanlarla ilişki tarzına, aile yaşantısına, dostluğuna, ibadetine ve taatine; düşmanla yahut yabancılarla iletişimine; sorgularken, suç işleyenleri yargılarken ve suçu kesinleşenlere müeyyide uygularken takındığı tutuma; sağlığında, hastalığında, neşeli halinde ve öfkelendiğinde nasıl tepkiler verdiğine her şeyden fazla dikkat kesildiklerinde şüphe yoktur.87
   • Hz. Peygamber’in hadisleri ve sünneti, sağlığında olduğu gibi daha sonra da tüm Müslümanlar için en temel bilgi ve hikmet kaynağı olmuştur. Nebevî sünnetin temel kaynağı Kur’an olmakla birlikte hadisler sünnetin sonraki kuşaklara aktarılmasında önemli bir nakil aracı olmuştur. Hadis rivayet etme işi aslında doğal sebeplerle kendiliğinden başlayan ve gelişen bir süreç olmuştur. Başta Hz. Âişe olmak üzere, Ali b. Ebû Tâlib, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik, Ebû Hüreyre ve Abdullah b. Amr gibi Resûlullah’ın vefatı sırasında henüz genç yaşta olan ve uzun süre yaşayan sahâbîler, Hz. Peygamber’in sünnetini öğrenmek isteyen müminler için ilgi odağı olmuşlardır. Neticede bu sahâbîlerin etrafında oluşan talebe halkaları onlardan duydukları hadisleri bir sonraki kuşağa aktarmışlardır. Hz. Peygamber’in, İbn Abbâs aracılığıyla rivayet edilen, “Sizler benden (sözlerimi) işitiyorsunuz. Sizden de başkaları işitecek. Onlardan da başkaları işitecektir.”88 hadisi, âdeta bu doğal süreci resmetmektedir. Hz. Peygamber daha hayattayken sözlerinin sağlıklı bir biçimde gelecek nesillere aktarılmasını teşvik etmiştir. O (sav), Veda Hutbesi’nde, konuşmasını tamamlarken, “Burada hazır bulunanlar, burada bulunmayanlara tebliğ etsin. Belki burada bulunan kimse, burada olmadığı hâlde bunu daha iyi anlayacak bir kimseye tebliğ etmiş olur.”89 demiş, başka bir sözünde de “Allah bizden herhangi bir şeyi işiten ve işittiği gibi de tebliğ edip başkalarına aktaran kişinin yüzünü ak etsin...”90 buyurarak hadis rivayetini teşvik etmiştir. Resûlullah’ın bu iltifatına mazhar olmak, büyük bir şeref ve fazilet vesilesi sayılmıştır.91 İslâm’ın erken döneminden itibaren ilim adamlarını, Peygamber’in çağrısını ve onun hayatına ilişkin hemen her şeyi korumaya sevk eden bir başka rivayet de şudur: “Bu ilmi (ilâhî öğretileri) sonraki nesillerden güvenilir kimseler devralacak ve onu, cahillerin yorumlarından, bâtıl ehlinin kendi çıkarları uğruna istismar etmelerinden ve haddi aşanların saptırmalarından koruyacaklardır.”92 Ayrıca, “Her işittiğini aktarmak kişiye yalan olarak yeter.”93 hadisi ile ilgili bütün kaynaklarda yer alan ve tevatür derecesine ulaşan, “Her kim kasten benim üzerimden bir yalan uydurursa cehennemdeki yerini hazırlasın.”94 gibi uyarıcı mahiyetteki rivayetler, nebevî mirası korumaya çalışan muhaddisleri ve hadisleri nakleden râvileri hadis rivayeti konusunda olabildiğince ihtiyatlı davranmaya sevketmiştir. Bu hassasiyet, sahâbîler devrinde başlamıştır. Onun sözlerine bir şeyler ekleme veya onları eksik aktarmış olma suretiyle Resûlullah’ın cehennemle tehdit ettiği sınıfa girebilecekleri kaygısı taşıyan bazı sahâbîler, hadis rivayet etmeyi dahi sakıncalı görmüşlerdir.95 Nitekim Hz. Ali’nin yakın çevresinden ve Kûfe’nin saygın simalarından Abdurrahman b. Ebû Leylâ (83/703)96 bir defasında Medineli sahâbî Zeyd b. Erkam’dan (66/686) Resûlullah’tan hadis nakletmesini istediğinde şu cevabı almıştır: “Biz artık yaşlandık ve unutur olduk. Allah Resûlü’nden hadis rivayet etmek, (sorumluluğu) çok ağır bir iştir.”97 Belki bu sorumluluğun hakkını verememekten korktukları için bazı meşhur sahâbîler çok az hadis rivayet etmişlerdir. Resûlullah vefat ettiğinde yaklaşık yedi yaşlarında olan Medineli es-Sâib b. Yezîd (91/711), Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebû V akkâs ve Mikdâd b. Esved ile beraber olduğu süre zarfında sadece Talha’dan bir hadis duyduğunu söylemiştir.98 Yine bu küçük sahâbî, Sa’d b. Mâlik (İbn Ebî V akkâs) ile beraber Medine’den Mekke’ye yolculuk yaptığını ve gidip tekrar dönünceye kadar kendisinden herhangi bir hadis duymadığını ifade etmiştir.99 Kûfeli seçkin hadisçilerden Şa’bî (103/721) de aynı şekilde Abdullah b. Ömer ile bir yıl beraber olduğunu ve onun Hz. Peygamber’den hiçbir hadis naklettiğini duymadığını belirtmiştir.100 İbn Abbâs ise tâbiûnun büyüklerinden Büşeyr b. Kâ’b’ın bir defasında kendisine hadis rivayet etmesi üzerine aralarında geçen kısa konuşmanın ardından şöyle demiştir: “Gerçekte biz Resûlullah (sav) adına yalan uydurulmazken ondan hadis rivayet ederdik. Fakat insanlar hırçın deveye de uysal deveye de binmeye başlayınca (yani insanlar iyi-kötü ayrımı yapmadan her sözü nakletmeye başlayınca) biz de ondan hadis rivayet etmekten vazgeçtik.”101
   Peygamber’in sözlerine yalan yanlış şeyler karışır endişesiyle bilhassa ilk halifelerin bu konuda ciddi bir hassasiyet gösterdikleri bilinmektedir. Zehebî (748/1348), haberleri kabul etme hususunda ihtiyatlı davranan ilk sahâbînin Hz. Ebû Bekir102 olduğunu belirtir. Resûlullah’ın nineye altıda bir miras verdiğini söyleyen Muğîre b. Şu’be’den bu bilginin doğruluğunu teyit etmesi için bir şahit istemesi;103 aynı şekilde Halife Hz. Ömer’in de bir başka meselede yine Muğîre b. Şu’be’den bir şahit getirmesini istemesi;104 Hz. Ali’nin daha ileri giderek, “Ben, Resûlullah’tan bir hadis işittiğim zaman, Allah dilediği kadar beni o hadisten yararlandırırdı. Ancak başkası ondan bana hadis rivayet ettiği zaman râviden yemin etmesini isterdim. Yemin ettiği zaman onu tasdik ederdim.”105 demesi, ilk halifelerin, hadis rivayeti konusundaki ihtiyatlı yaklaşımlarını ifade etmektedir.
   Sahâbe devrinde bir yandan Hz. Peygamber’in sözlerini nakil konusunda temkinli bir davranış sergilenmiş, öte yandan birçok sahâbî onun söylediklerini olabildiğince fazla kimseye ulaştırmayı dinî ve vicdanî bir sorumluluk addetmiştir. Fetihlerin ardından İslâm’ı kabul eden insanların eğitimi için çok emek sarf eden sahâbîler, değişik şehirlere yerleşmişler ve bulundukları yerleşim yerlerini birer ilim ve hikmet merkezi haline getirmişlerdir. İlk asırlarda “ilim” denilince “hadis” kastedildiği düşünülürse bu şehirlerin birer “hadis rivayet merkezi” olarak değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdullah, Hz. Âişe gibi isimler Medine’de, İbn Abbâs ise Mekke’de yaşamış, Semüre b. Cündeb ve Enes b. Mâlik Basra’da, İbn Mes’ûd Kûfe’de ve Abdullah b. Amr b. el-Âs Mısır’da yerleşmişlerdir. Böylece farklı şehirlerde binlerce hadis talebesinin katıldığı geniş kapsamlı hadis meclisleri oluşmuş, Allah Resûlü’nün bilgi mirası, bu meclisler vasıtasıyla öğrenilmiş ve insanlara aktarılmıştır.
   • Hz. Peygamber’in sağlığında ortaya çıkan muazzam hadis birikimini sonraki nesillere aktaran ve bu konuda hayatî yeri bulunanlar, sahâbîlerdir. “Sahâbî”, lügatte biriyle yakınlık kurmak anlamına gelen106 “sohbet” sözcüğünden türemiştir. Hadis ilminde ise “sahâbe” kelimesi, Resûlullah’la birlikte olan, onu gören ve ona inanan kutlu insanları ifade eder. Bu birlikteliğin mahiyeti ve keyfiyeti tartışılmıştır. Saîd b. Müseyyib (94/713), “Ancak Allah Resûlü ile bir yıl veya daha fazla süre beraber olan veya onunla birlikte bir veya daha fazla gazveye katılan kimseler sahâbî sayılabilir.” demiştir.107 Buna karşın İbn Hanbel (241/855) Allah Resûlü ile bir yıl ya da bir ay veyahut bir gün, hatta bir saat birlikte olan ya da onu gören herkesin sahâbî olduğunu ifade etmiş,108 hocasının bu görüşüne uygun olarak Buhârî de (256/870) sahâbeyi, “Hz. Peygamber’le arkadaş olan veya onu gören Müslümanlar” şeklinde tanımlamıştır.109 “Sohbet” kelimesinin sözlük anlamından hareketle sohbetin muayyen bir zamanla tahdit edilmediğini söyleyen Hatîb-i Bağdâdî (463/1071), bununla birlikte sahâbî isminin Müslümanlar nezdinde yaygın olarak Hz. Peygamber’le birlikteliği çok uzun olanlar için kullanıldığını belirtmektedir.110 Dolayısıyla Hz. Peygamber’i gören her Müslüman’a sahâbî denilmekle birlikte “Peygamber’in yakın dostları” anlamındaki sahâbîler, onun hadislerini nakleden ve onun sünnetini, yaşayış tarzını ve getirdiği dinin temel esaslarını temsil ederek aktaran, onunla birlikte bir müddet yaşayan, savaşlarına katılan, onun eğitiminden ve terbiyesinden geçen, onu yakından tanıyacak kadar birlikte yaşamış olan kimselerdir.
   Sahâbeden Hz. Peygamber’in sağlığında Hicaz Yarımadası’nın muhtelif bölgelerine görevli olarak gönderilenler ve çeşitli bölgelerden Müslüman olmak için gelen heyetlerde bulunanlar, zaman zaman da kişisel olarak gelip Hz. Peygamber ile görüşerek ondan bazı bilgileri alıp kabilesine ve yöresine dönenler aracılığıyla hadisler, yarımadanın her bölgesine yayılmıştır. Resûlullah’ın vefatının ardından halifeler zamanında düzenlenen askerî seferlerle İslâm ordularının ele geçirdiği bölgelerin tamamına İslâm çağrısı ve Hz. Peygamber’in hadisleri ulaşmıştır.
   Halife Ömer zamanından itibaren yeni kurulan şehirlere öğreticiler gönderilerek yeni Müslüman olanlara hadis birikimi kazandırılmış, İslâm’ın birincil kaynağı Kur’an Hz. Osman devrinde çoğaltılarak yeni fethedilen bölgelere ulaştırılmıştır. Hz. Ömer, Kûfe’ye Abdullah b. Mes’ûd’u, Basra’ya Ebû Musa el-Eş’arî’yi ve Ebu’d-Derdâ’ı, Filistin bölgesine Muâz b. Cebel’i ve benzeri sahâbîleri muallim olarak göndermiş, onlar da insanlara Kur’an’ı, Hz. Peygamber’in hayatını, siretini, sünnetini ve hadislerini öğretmişlerdir. Bu bölgelerde her bir sahâbînin talebeleri yetişmiş, özel okullar oluşmuş ve tâbiûn kuşağından çok sayıda hadis râvisi yetişmiştir. Hatta iç çekişmeler ve kargaşalar patlak verince, bazı sahâbîler kendilerini bütünüyle ilme vermiş ve sadece insanları bilgilendirmekle meşgul olmayı seçmişlerdir. Hicaz, Irak ve Şam bölgesinde ilim merkezleri teşekkül etmiş, her merkezde ilim meclisleri ve yavaş yavaş bölgesel ilim gelenekleri ortaya çıkmıştır.
   Sahâbe devrinde İslâm toprakları genişlemiş, yeni şehirler kurulmuş ve Müslümanlar buralara yerleştirilmiştir. Sahâbîlerin de önemli bir kısmı çeşitli sebeplerle bu yeni kurulan şehirlere giderek kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardır. Bu nedenle daha sahâbe kuşağında hadisleri ilk kaynağından almak için yapılan ilmî yolculuklar başlamış ve buna hadis tarihinde er-Rihle fî talebi’l-hadîs denilmiştir. Hadis tarihi boyunca özellikle rivayet dönemlerinde hadisçiler, çok uzun süren ilmî seyahatlere çıkmışlardır.
   • İslâm’ın ilk şahitleri, Kur’an vahyinin ilk muhatapları olmaları sebebiyle sahâbîler, İslâm’ın sonraki nesillere aktarılmasında son derece önemli bir yere sahiptirler. Bu yüzden hadis ilminde sahâbîlerin hayat hikâyelerini konu alan hatırı sayılır miktarda eser yazılmıştır.111 Sahâbenin tarihçe-i hayatına tahsis edilen kitaplar binlerce ismi içermekte ve meselâ, İbn Hacer’in konuyla ilgili el-İsâbe adlı eserinde 12.304 kişinin bilgisi yer almaktadır. Bunların içerisinde sahâbî olduğu tespit edilemeyenler de vardır. Kuşkusuz el-İsâbe bu sahada daha önce yazılan eserlerden de yararlanarak en çok sayıda sahâbînin hayat hikâyesini içeren bir kitaptır.
   Hz. Peygamber’in vefatında yüz bini aşkın sahâbî olduğu bildirilmekle beraber, Hâkim en-Neysâbûrî (405/1014) hadis rivayetinde bulunan sahâbîlerin 4.000 kişi civarında olduğunu söyler. Fakat Zehebî bunların 1.500 kişi olduklarını belirtir ve sayılarının ne kadar zorlansa asla 2.000’i bulmayacağını söyler.112 Sahâbîler, rivayet bakımından çok hadis nakledenler “müksirûn” ve az hadis nakledenler mânâsında “mukıllûn” olmak üzere iki kısımda ele alınırlar. Müksirûn olarak nitelenen ve binin üzerinde hadis nakleden yedi sahâbî vardır. Bunlardan Ebû Hüreyre 5.374, Abdullah b. Ömer 2.630, Enes b. Mâlik 2.286, Hz. Âişe 2.210, Abdullah b. Abbâs 1.969, Câbir b. Abdullah 1.540 ve Ebû Saîd el-Hudrî 1.170 hadis nakletmiştir. Bunun dışında kalan sahâbîler ise mukıllûn olarak nitelenirler.
   • Özellikle hicrî birinci asır, İslâm toplumunda hızlı dönüşümün yaşanması, nüfusun karmaşıklaşması ve önü alınamaz siyasî ve toplumsal çalkantıların yaşanması sebebiyle, hadis tarihinin en nazik devresini teşkil eder. Fiten-melâhim rivayetlerinin halkın hissiyatına tercüman olması ve kabilevî ve fikrî kamplaşmaların hadislere yansıması da bu dönemde başlar. Hz. Peygamber’e atfen hadis uydurulması faaliyeti, ilk asırda görülmeye başlanan en önemli hadiselerden birisidir. Hadis ilminin rivayet metinleri bağlamında belkemiğini teşkil eden sahâbe, tâbiûn ve ondan sonraki nesle tanık olan ilk iki asır, daha sonraki fikrî kamplaşmaların da temellerinin atıldığı bir süreçtir. Hz. Peygamber’in vefatının ardından patlak veren irtidat hadiseleri, Hz. Ebû Bekir’in dirayetli siyaseti sayesinde önlenmiş; Hz. Ömer devrinde istikrarlı bir yönetim sergilenmiş, Hz. Osman’ın devr-i hilâfetinin sonlarına doğru İslâm toplumunda ciddi rahatsızlıklar zuhur etmiştir. Hz. Osman’ın bir suikasta kurban gitmesiyle başlayan süreçte Cemel ve Sıffin gibi acı iç çatışmalar yaşanmış; Hz. Ali ve Muâviye arasındaki anlaşmazlık maalesef Müslüman toplumun siyasî olarak bölünmesine yol açmıştır. Hz. Ali’nin safında yer alan kimi bedevîlerin ondan ayrılmasıyla Hâricîlik fırkası, Ali’ye yandaş olanların ise ona duydukları sevgide aşırı gitmeleri ile Şîa/Râfızıyye fırkası teşekkül etmiştir. Emevîler devrinde zuhur eden Mürcie, Kaderiyye, Cehmiyye ve Müşebbihe gibi fırkalar, Müslüman toplum arasındaki fikrî ve itikadî bölünmeleri çoğaltmıştır. Buna bir de Müslüman olmadığı hâlde Müslüman görünen kimi çevre ve şahısların kışkırtmaları eklenince fırka ve zümreler arasındaki fikir çatışmaları önlenemez boyutlara ulaşmıştır. Her zümre kendini haklı çıkarmak, mezhebini meşrulaştırmak ve karşıtlarını karalamak maksadıyla hadislerden yararlanma cihetine gitmiştir. Bilhassa ilk devirlerde Hz. Ali ve ailesine aşırı sevgi duyan çevreler, yoğun miktarda hadis uydurmuşlardır. Hz. Osman’ın katledilmesiyle başlayan fitne hadiseleri aynı zamanda bilinçli ve planlı biçimde hadis uydurma faaliyetlerinin de başlangıcı olmuştur. Bu hadiseler karşısında Emevî iktidarına yakın olan kimi cahil kimseler, kabile ve soy taassubu içerisinde bulunanlar, dünyaya ve dünya işlerine karşı menfî tavır takınan ve uzlet hayatını tercih eden bazı zâhidler, halkı iyilik ve hayra, ibadet ve taate teşvik etmek isteyen iyi niyetli cahil vaizler de hadis adı altında kendi sözlerini hadisleştirmişlerdir. İlk hicret asrında bilhassa Müslümanların kanlı savaş ve iç çatışmalarla karşı karşıya kalmaları, fiten ve melâhim denilen çeşitli rivayetlerin tedavüle çıkmasına yol açmıştır. Gayr-i müslim unsurlarla fikrî çatışmalar, kadim inanç ve geleneklerin kimi telakkilerinin uydurma hadisler kanalıyla İslâm toplumuna sızmasına neden olmuştur. İslâm karşıtlarının İslâm’ı ve Müslümanları küçük düşürmek maksadıyla uydurdukları hadislerle, yeteneksiz kimselerin Hadis İlmi’yle meşgul olmaları sonucu ortaya çıkan asılsız haberlerin çoğalması, Hadis İlminde isnad tatbiki ve tenkidi denilen yöntemin gelişmesine yol açmıştır. Böylece, hadisleri nakledenlerin değerlendirildiği, daha sonra cerh ve tadil olarak adlandırılacak râvi değerlendirme usulü oluşturulmaya başlanmıştır. Bununla eş zamanlı olarak hadisler toplanmış, yazıya geçirilmiş ve nihayet tedvin edilmiştir. Bu konuda Emevî halifesi Ömer b. Abdülazîz (101/720) resmî bir girişim başlatmış ve başta İbn Şihâb ez- Zührî (124/742) olmak üzere hadis rivayetiyle meşgul olan âlimler tedvin faaliyetini özenle ve büyük özveriyle gerçekleştirmişlerdir.113

*51 N40 Nesâî, Tahâret, 36; HM7403 İbn Hanbel, II, 250.
*52 M607 Müslim, Tahâret, 57; D7 Ebû Dâvûd, Tahâret, 4.
*53 D3855 Ebû Dâvûd, Tıb, 1.
*54 Bkz. D169 Ebû Dâvûd, Tahâret, 65.
*55 B89 Buhârî, İlim, 27.
*56 B7310 Buhârî, İ’tisâm, 9; M6699 Müslim, Birr, 152.
*57 D3416 Ebû Dâvûd, Büyû’ (İcâre), 36; EÜ3/263 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, 3, 263.
*58 B4999 Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 8.
*59 Suffe Ashâbı konusunda verilen bu bilgiler ve diğer detaylar için bkz. Konulu Hadis Projesi, “Suffe Ashâbı” yazısı.
*60 Özafşar, Hadis İlmine Giriş, s. 56
*61 Hatîb-i Bağdâdî, Takyîdü’lilm, s. 57.
*62 M7510 Müslim, Zühd, 72; HM11557 İbn Hanbel, III, 56; DM458 Dârimî, Mukaddime, 42.
*63 T2665 Tirmizî, İlim, 11.
*64 D3647 Ebû Dâvûd, İlim, 3.
*65 Hatîb, Takyîdü’l-ilm, 49.
*66 İbn Sa’d, Tabakât, III, 287.
*67 D3646 Ebû Dâvûd, İlim, 3; DM493 Dârimî, Mukaddime, 43.
*68 DM505 Dârimî, Mukaddime, 43; Hatîb, Takyîdü’l-ilm, s. 85.
*69 NM357 Hâkim, Müstedrek, I, 153 (1/105).
*70 İbn Kuteybe, Te’vîlü muhtelifi’l-hadîs, s. 287.
*71 B2434 Buhârî, Lukata, 7; M3305 Müslim, Hac, 447; D3649 Ebû Dâvûd, İlim, 3.
*72 T2666 Tirmizî, İlim, 12.
*73 MK4411 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IV, 276; Hatîb, Takyîdü’l-ilm, 72-73.
*74 Hadislerin yazılması ve hadis yazan sahâbîler ve tâbiîlerin sayısı hakkında bkz. A’zamî, M. Mustafa, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 34-162.
*75 Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, s. 44-67.
*76 Tâbiûn âlimlerinden Hemmâm b. Münebbih (132/750), Ebû Hüreyre’den dinlediği hadisleri es- Sahîfetü’s-sahîha adlı bir mecmuada toplamıştır. Yüz otuz sekiz hadisin yer aldığı eser farklı mütercimler tarafından dilimize de çevrilmiştir. Eser son olarak Bünyamin Erul tarafından Hadislerin Dili adıyla tercüme edilmiş, eserdeki rivayetler konularına göre düzenlenmiş ve yorumlar eklenmiştir (TDV Yay., Ankara, 2009).
*77 “Semüre b. Cündeb’in sahifesi yüz on sekiz rivayet ihtiva etmektedir ve sahifenin içeriği Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde (V/7-23) ve Taberânî’nin el-Mu’cemü’lkebîr’inde (VII/177-270) yer almaktadır. (Erul, Bünyamin, “Semüre b. Cündeb” DİA, XXXVI, 500).
*78 Hamidullah, Muhammed; “Hz. Peygamber Zamanında Hadisin Tedvîni”, AÜİFD, s. 2.
*79 Özafşar, Hadis İlmine Giriş, s. 56.
*80 Hatîb, Kifâye, s. 223; Kâsımî, Cemâluddin, Kavâidü’t-Tahdîs, s. 232-233.
*81 Bu konuda şöyle bir örnek zikredilebilir. Ahzâb Günü ashâbın tek bir Peygamber emrini nasıl farklı yorumlarla okuduğu incelendiğinde, yaklaşım çeşitliliğini anlamak kolaylaşacaktır. Hz. Peygamber, ashâbını Benî Kurayza Yahudilerine gönderirken, “Herkes öğle/ikindi namazını Kurayzaoğulları yurdunda kılsın!” talimatını vermiştir. Onlar henüz yoldayken namazın vakti girmiş, kimisi, “Oraya varmadıkça namaz kılmayacağız, vakit geçse bile biz ancak Resûlullah’ın bize emrettiği yerde namaz kılarız.” derken, kimisi de namaz vaktinin geçmesinden korkarak, “Aksine biz namazlarımızı kılacağız, çünkü Resûlullah namazı terk etmenizi kastetmedi.” diyerek Kurayzaoğullarının topraklarına varmadan namazlarını kılmıştır. Durumu haber alan Hz. Peygamber her iki tutuma da müsamaha göstermiştir. M4602 Müslim, Cihâd ve siyer, 69.
*82 İM24 İbn Mâce, Sünnet, 3.
*83 TŞ281 Tirmizî, Şemâil, 123.
*84 TŞ300 Tirmizî, Şemâil, 133.
*85 M2950 Müslim, Hac, 147.
*86 HM26983 İbn Hanbel, V I, 286.
*87 Özafşar, Hadis İlmine Giriş, s. 57.
*88 D3659 Ebû Dâvûd, İlim, 10.
*89 B7447 Buhârî, İlim, 9, 67; Tevhîd, 24; Müslim, Kasâme, 29.
*90 T2656 Tirmizî, İlim, 7; İM230 İbn Mâce, Sünnet, 18.
*91 Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, s. 46.
*92 BS21513 Beyhâkî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 350.
*93 M7 Müslim, Mukaddime, 5.
*94 B107 Buhârî, İlim, 38; M3 Müslim, Mukaddime, 2.
*95 İbn Adî, Abdullah b. Adî b. Abdullah, el-Kâmil fî duafâi’r-ricâl, I, 87.
*96 İbn Sa’d, Tabakât, V I, 110-111.
*97 MT711 Tayâlisî, Müsned, II, 60; İM25 İbn Mâce, Sünnet, 3.
*98 İbn Adî, el-Kâmil, I, 93.
*99 İbn Ebû Şeybe, Musannef, VIII, 567.
*100 İM26 İbn Mâce, Sünnet, 3.
*101 M19 Müslim, Mukaddime, 7.
*102 Zehebî, Tezkiretü’l-huffâz, I, 2.
*103 D2894 Ebû Dâvûd, Ferâiz, 5; T2100 Tirmizî, Ferâiz, 10.
*104 M4397 Müslim, Kasâme, 39; D4570 Ebû Dâvûd, Diyât, 19; HM18400 İbn Hanbel, IV, 253.
*105 D1521 Ebû Dâvûd, V itr, 26; T406 Tirmizî, Salât, 181; HM56 İbn Hanbel, I, 11.
*106 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, S-H-B md.
*107 Hatîb, Kifâye, 68.
*108 Hatîb, Kifâye, 69.
*109 B3649 Buhârî, Fedâilü ashâbi’n-nebî, 1.
*110 Hatîb, Kifâye s. 69-70.
*111 Çağdaş araştırmacılardan Muhammed b. İbrâhim eşŞeybânî, Mu’cemü mâ üllife ani’s-sahâbe ve ümmehâti’lmüminîn ve âli’l-beyt (Kuveyt, 1993) adlı çalışmasında sahâbeye dair irili ufaklı ve mahtût-matbû 1.300 küsûr çalışmaya yer vermektedir.
*112 Zehebî, Tecrîdü esmâi’ssahâbe, I, 3.
*113 Özafşar, Hadis İlmine Giriş, s. 60-61.