2. Hadis

   Sözlük anlamı “yeni” demek olan “hadîs” sözcüğü, “kadîm” (eski) kelimesinin zıddıdır.32 Aynı zamanda “haber” anlamına da gelen hadis, Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî bir haber anlamında “Kur’an’ın karşılığı olarak kullanıldığı gibi33 “hadîsü Musa” (Musa’nın haberi)34 “hadîsü’l-cünûd” (orduların haberi) ifadelerinde de “kıssa” veya “haber” anlamında kullanılır. Hz. Peygamber de zaman zaman Kur’an’dan söz ederken “ahsenü’l-hadîs” (sözlerin en güzeli)35, “hayrü’l-hadîs” (sözlerin en hayırlısı)36, “asdaku’1-hadîs” (sözlerin en doğrusu)37 tabirlerini kullanmıştır. Râğıb el-İsfehânî, hem Kur’an’a hem de Hz. Peygamber’in sözlerine karşılık gelecek şekilde hadis kelimesine şöyle bir tanım getirmektedir: “(Hadis) insana, işitmek ya da vahiy almak suretiyle uyku halinde veya uyanıkken ulaşan her türlü sözdür.”38 Ancak daha sonraları hadis kelimesi, sözlük mânâsının dışında Hz. Peygamber’in sözlerini ifade eden özel bir sözcük olarak kullanılmıştır.
   Hadis, Sevgili Peygamberimizin sözleri için kullanılan özel bir sözcük olmakla birlikte, onun sözlerini ifade etmek üzere hadis yerine başka sözcükler de kullanılmıştır. Bunların başında “haber” kelimesi gelmektedir. Sahâbe devrinde ve daha sonraki dönemlerde haber sözcüğü, Resûl-i Ekrem’in sözleriyle onun fiillerini ve tasviplerini bildiren haberler anlamında kullanılmıştır. Haber sözcüğü hadise nazaran daha kapsamlıdır. “Bir nesneyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” mânâsına gelen “hubr” (hıbre) kelimesinden türemiş bir isim olan haber, terim olarak “geçmişte meydana gelen veya gelecekte vuku bulacak bir olayı bildiren söz” veya “mahiyeti itibariyle doğru ve yanlış olma ihtimali bulunan söz” anlamına gelmektedir.39 Hatîb-i Bağdâdî (463/1071) el-Kifâye adlı meşhur eserinin girişinde nebevî sünnetin öneminden kısaca bahsettikten sonra “haberler ve kısımları” başlığı ile bir bölüm açar ve haberi bilgi değeri bakımından “doğru ve yalan olma ihtimali bulunan şey/söz” diyerek tarif ettikten sonra iki kısma ayırır:
1. Tevâtür (Mütevâtir) Haber: Yalan söylemek üzere ittifak etmeleri âdeten ve aklen imkânsız olacak derecede kalabalık bir topluluğun verdiği haberdir. Bu tür haberlerin doğruluğuna kesin olarak hükmedilir ve bunların verdiği bilgi zorunlu bilgidir, kesinlik ifade eder.
2. Âhâd Haber: Tevâtür derecesine ulaşmayan haberdir. Bu tür haberler, kesin bilgi ifade etmezler. Bu haberlerin doğruluğu konusunda zan/ yüksek bir kanaat oluşursa, bu durumda o bilgiye göre hareket etmek gerekir.40
   Hadis kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılan bir başka sözcük ise “eser”dir. “Bir şeyin artığı; kılıç darbesi” gibi anlamlara gelen eser kelimesi, hem Hz. Peygamber’e, hem sahâbîlere hem de sahâbeden sonraki tâbiûn nesline nispet edilen haberleri ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bazı âlimler eser terimiyle sadece Peygamber’e ve sahâbeye ait haberleri, bazıları da sadece sahâbeye ait olanları kastetmişlerdir.
   Resûl-i Ekrem’e ait olduğu belirtilerek aktarılan hadislere “merfû”, sahâbeye ait olduğu söylenenlere “mevkûf”, tâbiûndan herhangi birine ait olduğu ifade edilen hadislere ise “maktû’ haber” adı verilmiştir.
   Hadis sözcüğüyle yakından ilgili olan bir başka sözcük de “rivayet” kelimesidir. Sözlükte “sulamak, kana kana su içmek” mânâlarına gelen rivayet, Hadis İlmi’nde, sünnet veya hadisi kaynağına nispet ederek nakletmek demektir. Hadisi nakledene de “râvi” denir.41
   Haber, eser ve rivayet sözcüklerinden başka hadisle özdeşleşen bir başka kelime de “ilim”dir. İslâm’ın erken devirlerinde ilim denildiğinde hiç şüphesiz bununla hadis ve Hadis ilmi kastedilmiştir. Birçok İslâm âlimi tarafından yapılan şu uyarı ilim ile hadis, hadis ile din arasındaki sıkı bağı vurgulayan bir içeriğe sahiptir: “Şüphesiz ki bu ilim (Hadis ilmi) dindir. Öyle ise dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin!”42
   Hadis kelimesi sözlükte “söz” ve “yeni” mânâsına gelir. Dolayısıyla sözün, bir olayın veya hadisenin sözlü olarak anlatılması demek olan hadis, sünnet kelimesinden çok farklıdır. Hadis, sözlü ve şifahî olanı ifade ederken sünnet davranışa özgü olanı ifade eden bir kavramdır. Bununla beraber İslâm geleneğinde Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine karşılık olmak üzere hadis ile sünnet sözcüklerinin eş anlamlı olarak kullanılması yaygınlık kazanmıştır.
   Sünnet ile hadis arasında sıkı bir ilişki vardır. Şöyle ki sünnetin en önemli kaynağı hadistir. Resûlullah’ın ahlâkının Kur’an olduğu düşünülürse, sünnetin de kaynağının doğal olarak Allah’ın Kitabı olduğu söylenebilir. Ancak bu ahlâkın somut yansımaları olan Hz. Peygamber’in söz, tutum ve davranışları, hem fiilî olarak hem de şifahî olarak (hadis rivayetiyle) sonraki nesillere anlatılmış ve aktarılmıştır. Dolayısıyla Resûlullah’ın her Müslüman için örnek teşkil eden kişiliğine dair ayrıntıları, onun istek, tavsiye ve uygulamalarını hadislerde bulabilmekteyiz.
   Resûl-i Ekrem’in etrafında âdeta onun bütün söz ve davranışlarını yakın takibe alan, onları hayatlarına tatbik ederek hafızalarına nakşeden sahâbîleri, onun sünnetini sonraki kuşaklara bizzat taşıyanlar olmuşlardır. İslâm topraklarının genişlemesi ile birlikte inanç, ibadet, tutum ve davranış bakımından birbirine benzeyen, örf, âdet ve gelenek bakımından aynı ahlâkî hassasiyeti taşıyan müşterek bir Müslüman toplumun oluşmasında en önemli yere ve etkiye sahip olan nebevî sünnetin geniş coğrafyalara yayılmasında hadislerin önemi inkâr edilemez. Hicrî ikinci asrın başlarından itibaren sorumluluk sahibi ilim adamları, Sevgili Peygamberimizin hadislerini bir araya getirmek için büyük bir gayret içine girdiler. Bu çabalar üstünkörü bir faaliyetten ibaret değildi. Her şeyden önce hadisleri nakletme (rivayet) işi, birtakım kural ve kaidelere bağlandı. Zira kimi çevreler siyasî veya itikadî temayüllerine geçerlilik kazandırmak için kişisel kanaatlerini “hadis” olarak nitelendirebiliyor ve bunları da Resûlullah’ın sözleriymiş gibi aktarabiliyorlardı.43 Enes b. Mâlik’in azatlısı Basralı meşhur âlim Muhammed b. Sîrîn (110/729) hadislerin kaynağını araştırma hassasiyetinin fitne döneminden sonra başladığını söylemiştir.44 Hadisleri kaynağına nispet ederek ve kaynaklarını zikrederek rivayet etme şeklinde tanımlanabilecek olan bu aktarıma “isnad” denilmiştir. Sözlükte “dayanmak, yaslanmak, itimat etmek” mânâsındaki “s-n-d” kökünden türeyen isnad, terim olarak “rivayet için kullanılan lafızlarla râvi veya râvileri belirterek hadis metnini ilk söyleyen kimseye kadar ulaştırmak, hadis metnini nakleden râvileri rivayet sırasına göre zikretmek” anlamına gelir.45 “Kendisine dayanılan, itimat olunan, güvenilen” anlamına gelen “sened” ise hadis metninin hemen üstünde yer alan ve o hadisi birbirlerinden nakleden râvi isimlerinden ibarettir ki bu isimler âdeta o hadisin güvencesi sayılmıştır.46 Senedde aynı zamanda onu nakleden kimselerin hadisi birbirlerinden nasıl ve hangi yolla aldıkları da özel deyimlerle belirtilir. Böylece hadis, sadece metin değil, aynı zamanda o metnin asılı durduğu, dayandığı bir sened zincirini de kapsar. İlk râvisinden sonuna kadar yani Hz. Peygamber’e kadar bir kopukluk, kesinti olmadan rivayet edilen hadislere “müsned” adı verilmiştir.47
   İslâm geleneğinde bilhassa hadis rivayeti söz konusu olunca erken dönemden itibaren isnada çok önem verilmiştir. Hz. Peygamber’e nispet edilen bir bilginin içeriğine bakılmadan önce, âdeta nasıl bir vasıtayla ve ne şekilde elde edildiği daha önemli görülmüştür. Zira dinin asıl kaynağına aidiyeti konusunda herhangi bir şüphe hâsıl olursa, içeriği, mahiyeti ne olursa olsun artık o bilginin hüccet (dinde delil olma) değeri şüpheli hale gelecektir. İsnada bu kadar önem verilmesinin altında yatan bir başka önemli sebep de aslı olmadığı hâlde Hz. Peygamber’e atfedilen birçok rivayetin ortalıkta dolaşması idi. Abdullah b. Mübârek’in (181/798) şu sözü, bu tespiti özetler niteliktedir: “İsnad dindendir; eğer isnad olmasa idi muhakkak her isteyen istediğini söylerdi.”48
   Bununla birlikte senedin varlığı tek başına hadisin metninin Hz. Peygamber’e aidiyeti için yeterli sayılmamış, isnadın kabul edilebilir nitelikte olması için de birtakım ölçütler belirlenmiştir. Senedde herhangi bir kopukluk (inkıta) olmaması, ya da teknik ifadesiyle senedin “muttasıl” olması yanında râvilerin de birtakım kusurlardan berî olmaları gerekmektedir. Bu noktada İslâm ilim geleneğine mahsus bir olgu olarak haberleşmenin ve bildirimde bulunmanın bazı ahlâkî esaslar üzerine bina edildiği görülür. Hadis ilmiyle beraber bu ahlâkî esaslar düzenli olarak belirlenmiştir. Başta Hz. Peygamber olmak üzere, sahâbe ve tâbiûnun söz ve fiillerini sonraki kuşaklara aktarmayı kendine konu edinen hadis ilminde, son derece hassas ölçütler belirlenmiştir. Haberleri aktaran kimselerin “sika” (güvenilir) ve “sâdık” (doğru) kimseler olmaları en başta gelen ölçüttür. Kişiyi doğru bilgi edinmekten yahut sahip olduğu bilgileri doğru muhafaza etmekten alıkoyan kusurların neler olabileceği özenle belirlenmiş ve râvilerin bu kusurlarla malûl olmamaları gerektiğinin altı çizilmiştir.
   Böylece bir hadisin Resûlullah’a aidiyetinin tespit edilmesi ile ilgili, yani hadisin sübûtuna ilişkin birtakım derecelendirmeler yapılmıştır. Buna göre senedinin başından sonuna kadar âdil ve zâbıt râviler tarafından muttasıl bir senedle rivayet edilen, ayrıca şâz ve muallel olmayan rivayetler sahîh hadis olarak adlandırılmıştır. Âdil, dinî-ahlâkî açıdan güvenilir olan râvinin; zâbıt ise hafızası/belleği kuvvetli olan, yani öğrendiği hadisi başkasına aktarıncaya kadar aklında tutabilen râvinin sıfatıdır. Hadisin muttasıl olması, ilk kaynağına kadar kesintisiz bir senedle ulaşması (ittisal) veya isnad halkasında herhangi bir kopukluk (inkıta) olmaması demektir. Hadisin “şâz” olmaması güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir olan bir başka râviye muhalefet etmemesi, “muallel” olmaması ise hadisin sened veya metin itibariyle herhangi bir kusur taşımaması demektir.
   Sahîhin bir derece altında yer alan hadis çeşidi hasen hadistir. Râvisinin zâbıt olması dışında sahîh hadiste bulunması gereken bütün şartları taşıyan rivayetler hasen mertebesinde hadislerdir.
   Üçüncü mertebedeki hadis çeşidi ise zayıf veya sakîm hadistir. Zayıf hadis, sahîh veya hasen hadisin şartlarından birini veya birkaçını kaybeden, ancak uydurulmuş olduğu ileri sürülmeyen rivayetlerdir. Hadis tarihinde zayıf hadisin yeri hep tartışma konusu olmuştur. İslâm geleneğinde zayıf hadisin helâl veya haramları ilgilendiren ahkâm konularında delil olamayacağı, ancak bunun dışında kalan amellerin faziletleri gibi hususlarda bu tür hadislerle amel etmenin caiz olduğu görüşü hâkim olmuştur.
   Burada şu iki noktaya işaret etmek gerekir: Birincisi; bir hadisin sahîh, hasen veya zayıf olduğunu belirlemek, ictihadî bir konudur. Başka bir ifadeyle hadisçiler bir hadisin sübûtu konusunda görüş belirtirken kendi ictihadları ile değerlendirmeler yapmışlardır. Bu ictihad, ya hadisin isnadının muttasıl olup olmadığı ya da sened zincirinde yer alan sahâbî dışındaki râvilerin “güvenilirlik” durumları hakkında yapılan değerlendirmelere ilişkindir. Bilhassa râvilerin adalet veya zabt açısından incelenmesinde dikkate alınan ölçütler her hadisçiye göre bazı farklılıklar arz ettiği için varılan sonuçlar da nispeten farklı olmuştur. Bu yüzden bazen bir hadisçinin zayıf gördüğü bir hadisi bir diğeri sahîh veya hasen olarak değerlendirebilmiştir.
   İkincisi; bir hadisin Resûlullah’a ait olup olmadığı hususundaki değerlendirmeler, o hadisin ağırlıklı olarak senedine ilişkin değerlendirmelerdir. Zayıf olduğu söylenen bir hadisin her zaman sahîh olma ihtimali bulunduğu gibi sahîh veya hasen olduğu ifade edilen bir hadisin de zayıf olma ihtimali mevcuttur. Zira güvenilir bir râvinin bazen hata yapması ne kadar muhtemelse zayıf bir râvinin de doğru söylemesi o kadar ihtimal dâhilindedir.
   Şayet isnad zincirindeki râvilerden biri “yalancılık/kizb” gibi çok kötü sıfatlarla itham edilmişse, o zaman o râvinin yer aldığı hadisin mevzû yani uydurma olduğuna hükmedilmiştir. Mevzû hadis Hz. Peygamber adına uydurulan haberler için kullanılır. Bu tür rivayetleri “zayıf hadisin en kötüsü” olarak değerlendiren ilim adamları olmuşsa da bu pek itibar görmemiştir. Esasen “uydurma hadis” yerine “uydurma haber” veya “uydurma rivayet” şeklinde ihtiyatlı bir ifade kullanmak daha doğru olabilirdi. Ancak şekil yönünden diğer rivayetlerle benzerlik arzettiği için hadiçiler uydurmaları da “hadis” olarak nitelemekten kaçınmamışlardır. Hadis uydurma faaliyeti, hadis tarihinin en hassas konularından biridir. Bu husus aşağıda “Hadis Tarihi” başlığı altında biraz daha ayrıntılı olarak değerlendirilecektir.
   Osmanlı devri âlimlerinden Taşköprülüzâde (1030/1621) çeşitli ilimleri konularına göre tasnif ettiği meşhur eserinde hadisin konusunun Resûlullah’ın sözleri ve bu sözlerin kendisine ait olup olmadığının tespit edilmesi olduğunu söyler.49
   Kısaca ifade etmek gerekirse “Hadis İlmi” genel olarak iki ana kısımda ele alınmıştır. Bunlardan biri İlmü rivâyeti’l-hadîs, diğeri ise İlmü dirâyeti’l-hadîs’tir. Rivâyetü’l-hadîs, Hz. Peygamber’e, sahâbe ve tâbiûna nispet edilen söz, fiil, takrir ve sıfatlardan ibaret olan haberlerin naklini konu alır. Dirâyetü’l-hadîs ise —ki buna Hadis usûlü veya Mustalahu’l-hadîs de denilir— bir mânâda hadis metodolojisidir. Değişik devirlerde değişik şekillerde tanımları yapılmıştır. Meselâ, hadis tarihinin oluşum ve gelişim dönemlerini içine alan ilk dört asırda bu; hadisleri râvilerinin adalet ve zabt yönünden, senedleri ittisal ve inkıta açısından inceleyen ilim olarak kabul edilmişken, sonraki dönemlerde kabul ve red yönünden râvi ile rivayet edileni inceleyen ilim şeklinde tanımlanmıştır.
   Bugün Hadis İlminin alanı teknik birtakım kavramlara indirgenemeyecek kadar genişlemiştir ve “Hadis, artık ne sadece sened, ne yalnızca metin, ne sünnet ne de münhasıran kendisinden hüküm istinbat edilen dinî bir delildir. O, bütün bunları içine alan ve fakat içinde bulunulan zamanı da kapsayan bir “kültür tarihi” alanıdır.50 Hadis, İslâm Hukuku (Fıkıh) dışında Kelâm, Tasavvuf ve Tefsir gibi dinî ilimlerin mühim bir kaynağı olmasının yanı sıra, tarih içerisinde Müslüman toplumların ahlâkî tekâmülünde de çok önemli bir etkiye sahip olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in bütün Müslümanlar için örnek bir şahsiyet olarak sunulması, tarih boyunca onun söz ve yaşantısına (hadis ve sünnete) büyük bir önem atfedilmesinde etkili olmuştur. Bu durum hadise ilgiyi arttırmış ve neticede zaman içerisinde çok büyük bir hadis külliyatı ortaya çıkmıştır. Kur’an’da yer alan ilâhî bildirilerin tüm çağlar boyunca hayatiyet bulması ve canlılığını koruması işbu hadis külliyatı sayesinde mümkün olabilmiştir. Diğer bir ifade ile hadis ve/ya sünnet, İslâm’ın sürekliliğini ve güncelliğini sağlamış, değişik coğrafyalarda yaşamalarına rağmen bütün Müslüman topluluklar için ortak bir inanç ve düşünce ortamının oluşmasını ve farklılıklarına rağmen Müslüman milletlerde olabildiğince uygulama birliği sağlanmasını temin etmiştir.

*32 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, H-D-S md.
*33 Kehf, 18/6.
*34 Tâ-Hâ, 20/9.
*35 HM14484 İbn Hanbel, III, 320.
*36 M2005 Müslim, Cum’a, 43.
*37 N1579 Nesâî, Îdeyn, 22.
*38 İsfehânî, Müfredât, s. 110.
*39 Yavuz, Yusuf Şevki, “Haber”, DİA, XIV, s. 346.
*40 Hatîb, Kifâye, s. 32, 42.
*41 Efendioğlu, Mehmet, “Rivayet”, DİA, XXXV, s. 135.
*42 M26 Müslim, Mukaddime, 7; DM432 Dârimî, Mukaddime, 38; Hatîb, Kifâye, 150.
*43 Hatîb, Kifâye, s. 151.
*44 M27 Müslim, Mukaddime, 7; Hatîb, Kifâye, s. 151.
*45 Küçük, Raşit, “İsnad”, DİA, XXIII, s. 154.
*46 Koçyiğit, Talat, Hadis Istılahları, s. 397.
*47 Hâkim-i Neysâbûrî, Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs, s. 17.
*48 M32 Müslim, Mukaddime, 7.
*49 Taşköpürülüzâde, Miftâhu’s-seâde ve misbâhu’ssiyâde, II, 52.
*50 Özafşar, M. Emin, Hadis ve Kültür Yazıları, s. 44.