iii. Metin Dışındaki Unsurlarla ilgili İlke ve Esaslar

Hadislerde Doğrudan Yer Almayan Metin Dışı Unsurları Dikkate Almak
   Hadis rivayetleri sadece isnad ve metinden ibaret değildir; dolayısıyla bu rivayetlerin anlaşılmaları sadece dilin sınırları içinde gerçekleşmez. Hadisler, içinde vârid oldukları fiziksel çevre ve mekân, söylenmelerine neden olan sosyokültürel zemin ve ait oldukları tarihî bağlam ışığında kendi gerçekliğine uygun olarak anlaşılabilirler. Hz. Peygamber’in öyle ifadeleri vardır ki, bunlar ancak o zamanın tabiî ve coğrafî şartları, toplumsal yapısı ve tarihsel ortamı göz önüne alındığında anlamlı olabilmektedir.253 Bu şartların göz ardı edilmesi halinde, rivayetin işaret ettiği anlam ya genelleştirilmekte ya hadis güncelleştirilememekte yahut yüzeysel bir yaklaşımla reddedilmektedir.
   Meselâ, Abdullah b. Mes’ûd’un naklettiğine göre Hz. Peygamber, yüzündeki tüyleri aldıran, saçlarına başkalarının saçlarını ekleten, kaşlarını aldıran, dişlerini incelten ve vücutlarına dövme yaptıran kadınların ilâhî rahmetten uzak olduklarını söylemiştir.254 Oysa hadiste kınanan husus sıradan bir güzelleştirme işlemi değildir. Hadise konu olan davranışın o günkü sosyal ve tarihsel ortam içinde farklı bir karşılığı vardır. Buna göre, câhiliye döneminde kötü şöhrete sahip bazı kadınların sırf karşı cinsin dikkatini çekmek amacıyla bu kabil işler yaptıkları ve bu da kötü kadınların âdeti olarak şöhret bulduğu için bu işleri yapanların kınandığı anlaşılmaktadır.255 Nitekim müminlerin annesi Hz. Âişe, saçlarına başkalarının saçlarını ekletenler hakkında kendisine bir soru yöneltildiğinde şu karşılığı vermiştir: “Saç ekletenlerden kasıt sizin anladığınız gibi değildir. Saçı dökülen bir kadının saçına yünden mamul kılları eklemesinde bir sakınca yoktur. Ancak (Peygamber’in kınadığı kimseler), gençliğinde fuhuş yapan, saçı dökülüp ihtiyarladığında ise kafasına saç ekleterek (veya sunî bir saç kullanarak) fuhuş yaptıranlardır.”256

Hadisin Hz. Peygamber’in Bilgi Kaynakları Açısından Değerini Tespit Etmek
   Hadisin sağlıklı bir şekilde anlaşılabilmesi için gerekli hususlardan biri de, ilgili hadisin Hz. Peygamber’in bilgi kaynaklarıyla ilişkisinin ortaya konması ve kaynağının vahiy olup olmadığının belirlenmesidir. Peygamberimizin sözlerinden hangisinin vahiy kaynaklı olup hangisinin olmadığı hususunda sahâbe döneminden itibaren tartışmalar görülmüştür. Onun bütün hadislerinin vahye dayandığı söylenirse257 bu durumda örneklik ve tebliği dışında kalan bir özelliğinden söz edilemez. Eğer hadislerinden bir kısmı kendi beşerî re’y ve ictihadına dayanıyorsa bu takdirde, sözlerinin bağlayıcılık derecesini tayin etmek gerekir. 
   Şah V eliyullah Dihlevî, Hz. Peygamber’den gelen bilgileri iki kısma ayırır:
a) Hz. Peygamber’in risâletiyle ilgili olan, onun insanlığa tebliğ etmekle yükümlü olduğu hususlar. Kur’an bunun başında gelir. Hukuk, ibadet ve ahlâkın ana ilkeleri de bu kısma girer. Dihlevî’ye göre, Hz. Peygamber’in Kur’an dışında âhiret âlemine ilişkin verdiği bilgiler (acâibu’l-melekût) de yine bu türdendir.
b) Hz. Peygamber’in risâlet sahasına girmeyen, tebliğ etmekle mükellef olmadığı, ancak bir insan olarak söyledikleri ve yaptıkları. Peygamber (sav) de bir fert olarak toplum içinde yaşamıştır. Dolayısıyla onun da gündelik hayatı ve sade insanların yaşantısı gibi bir yaşantısı vardı. Bütün bu konularda hiçbir söz söylemediğini ileri sürmek mümkün değildir. Bu noktada yapılması gereken iş, onun peygamberlik görevi ile insan oluşu arasındaki dengeyi görmek ve muhafaza etmektir. Kur’an, onun bir beşer olduğunu vurgulamış,258 kendisi de sık sık bu özelliğini ön plana çıkarmıştır.259 Beşerden bir peygamber olamayacağı iddiası, müminlerden değil müşriklerden gelmiştir.260
   Resûlullah’ın bazı tasarrufları, onun yalnızca bir insan olarak aklına, kişisel görüşüne ya da zan ve tahminine dayanmaktaydı. Meselâ, Medine’ye geldiğinde, hurma ağaçları üzerinde bulunan bazı adamları görmüş ve onların ne yaptıklarını sormuştu. Ona, erkek hurma filizini, dişisine koymak suretiyle hurmaları aşıladıklarını söylediklerinde Hz. Peygamber, “Onun bir fayda vereceğini zannetmiyorum, bunu yapmasalar belki daha iyi olur.” buyurdu. Bunun üzerine onlar da bunu yapmaktan vazgeçtiler; ancak bu sefer hurmaların meyveleri az, verimleri düşük oldu. Kendisine durum anlatıldığında o, şöyle buyurdu: “Ben sadece bir tahminde bulundum; şayet (aşılama) bir fayda veriyorsa yapın. Bilin ki ben de sizin gibi bir insanım. Benimki sadece bir zan idi. Zan (da bulunan) hata da eder, isabet de. Ancak ben size, Allah diyor ki, diye başlayan bir ifade nakledersem bilin ki ben, asla Allah’a yalan isnad etmem.”261
   Ancak özenle vurgulamak gerekir ki Hz. Peygamber’in tebliğ etmekle mükellef olduğu alanı, dinî ve dünyevî veya dünyevî ve uhrevî diye biribirinden kopuk iki kısma ayırmak ve Peygamber’in söylediklerini ve yaptıklarını sadece dinî veya uhrevî kısma yerleştirmek, getirdiği dine ve o dinin ilke ve esaslarına aykırıdır.

Hadislerin Dinî Hükümler Bakımından Bağlayıcılık Derecesini Belirlemek
   Hz. Peygamber’in hadislerindeki hükümlerin bizler için ne derece bağlayıcılık ifade ettiğinin tespit edilmesi de onların sağlıklı bir şekilde anlaşılması için önemlidir. Hz. Peygamber’in sözlerinin teşrî bakımından bağlayıcılık dereceleri, tarih boyunca Müslüman âlimler arasında tartışılagelmiştir. Sahâbîlerden kimileri Hz. Peygamber’in sözlerinin bağlayıcılık durumunu sorgulayıp onları ayırmak cihetine gitmiş; söylediği sözün ilâhî vahyin sâikiyle mi yoksa şahsî görüş ve ictihadına göre mi ortaya çıktığını sormaktan çekinmemiştir.
   Meselâ, İbn Abbâs’ın anlattığına göre, ara sıra Hz. Âişe’nin hizmetinde bulunan Berîre262 isminde bir cariye vardı. Bir gün Hz. Âişe, Berîre’yi bedelini ödeyerek sahiplerinden satın aldı ve hürriyetine kavuşturdu.263 Azat edilmeden önce Muğîs b. Cahş adında bir kölenin hanımı olan Berîre,264 hürriyetine kavuştuktan sonra evliliğini sürdürüp sürdürmeme konusunda dinî bakımdan tamamen serbest olduğunu öğrenince kocasından ayrılmaya karar verdi.265 Ancak hanımını çok seven Muğîs, kendisinden ayrılmaması için Medine sokaklarında ağlaya ağlaya onun peşinden dolaşıyordu. Çaresiz Muğîs, son olarak Hz. Peygamber’e geldi ve “Ey Allah’ın Resûlü! Ne olur benim için Berîre ile konuşuver.” diyerek ondan yardım istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Berîre’yi çağırarak, “Ey Berîre! Allah’tan kork! O senin hem kocan, hem de çocuğunun babası, ne var ona geri dönsen?” diyerek onu kocasına dönmeye teşvik etti. Bunları dinleyen Berire, “Ey Allah’ın Resûlü! Emir mi buyuruyorsun?” diye sorunca Hz. Peygamber, “Ben yalnızca aracılık yapıyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Berîre, “Benim ona ihtiyacım yok!” dedi ve kocasından ayrıldı.266
   Berîre’nin, Hz. Peygamber’in talebinin emir olup olmadığını sorması, onun, Hz. Peygamber’in emrinin bağlayıcı olduğunu bildiğini gösterir. Ancak o, Resûlullah’ın ricasına rağmen, onun burada herhangi birisi gibi yalnızca bir aracı konumunda olduğunu öğrendiğinde kararından vazgeçmemiş ve kocasından ayrılmayı yeğlemiştir. Hz. Peygamber, onun bu kararlılığını görünce amcası Abbâs’a, “Ey Abbâs! Muğîs’in Berîre’ye olan şu sevgisiyle, Berîre’nin ona olan bu nefretine şaşırmıyor musun?”267 diyerek hayretini ifade etmiş, ancak Hz. Peygamber’in aracılığını kabul etmemesinden dolayı Berîre’yi, ne Resûlullah ne de Müslümanlar ayıplamışlardır.
   Özellikle fakih sahâbîler, Hz. Peygamber’in tasarruflarını, bağlayıcı olup olmaması açısından ayırt etme ihtiyacı hissetmişlerdir. Hadis ve sünnetin sağlıklı bir şekilde anlaşılıp yorumlanabilmesi açısından günümüzde de ilmî kriterler çerçevesinde benzer ayrımların göz önünde tutulması gerekmektedir.268

Hadislerde Konu Edinilen Varlık Mertebelerini Dikkate Almak
   Hz. Peygamber vahye mazhar olan bir insan olarak, bizim görmediklerimizi gördüğü, bizim hissetmediklerimizi hissettiği içindir ki, sadece şehâdet âleminden değil gayb ve melekût âleminden yani fizik ötesi âlemden de haberler vermiş ve insan aklının bu haberleri anlamada ve yorumlamada zaman zaman zorlandığı olmuştur. Onun haber verdiği yaratılışın başlangıcı, vahyin keyfiyeti, kıyamet, haşr, cennet, cehennem, melek, cin, şeytan gibi kavramlar aynı zamanda Kur’an’da da bildirilmiştir. Ancak Hz. Peygamber’in bazen Kur’an’da olmadığı halde haber verdiği birtakım varlıklar da yok değildir.
   Bu konuda özellikle İmam Gazâlî’nin kaydettiği hususlar dikkat çekicidir. Ona göre Peygamber’i tasdik etmenin anlamı, onun haber verdiği şeylerin varlığını kabul etmektir. Varlığın beş ayrı mertebesi vardır:
a) Zâtî varlık (el-vücûdü’z-zâtî): Zâtî varlık hakiki varlıktır. V arlığın bizzat kendisidir.
b) Hissî varlık (el-vücûdü’l-hissî): Bir şeyin madde olarak var olmasıdır. Meselâ, gözle görülen varlıklar hissî varlıklardır.
c) Hayalî varlık (el-vücûdü’l-hayâlî): Hayalî varlık, duyularla zihnen canlandırılan varlıkların, hissen müşahade edilemeyenlerin suretidir. Hayalî varlık, tasavvur olarak insan zihninde mevcuttur, fakat dış âlemde mevcut değildir.
d) Aklî varlık (el-vücûdü’l-aklî): Aklî varlık, bir şeyin ruhu, mânâsı ve hakikati demektir. Aklın kavradığı bu şey, aklî varlıktır.
e) Şibhî varlık (el-vücûdü’ş-şibhî): Şibhî varlık; ne suretiyle ne hakikatiyle, ne histe ne hayalde ne de akılda bir şeyin bizâtihi var olmasıdır. Sadece benzetme yolu ile bir şeyin dilde var kılınmasıdır.
   Gazâlî, hadislerde haber verilen varlıkları varlığın bu beş mertebesiyle izah eder. Örneğin, Buhârî ve Müslim’in Ebû Saîd el-Hudrî’den rivayet ettikleri bir hadiste269 Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
   “Ölüm (kıyamet günü) güzel bir koç şeklinde getirilir ve (cennet ile cehennem arasında tutulur). Bir münadi, ‘Ey cennet ehli!’ diye seslenir ve cennet ehli koşuşarak gelir ve (koç şeklindeki ölüme) bakarlar. ‘Bunu tanıyor musunuz?’ diye sorar. Onlar da, ‘Evet bu ölümdür.’ derler ve hepsi onu görmüş olurlar. Sonra münadi, ‘Ey cehennem ehli!’ diye seslenir. Onlar da koşuşarak gelir ve ona bakarlar. Onlara da, ‘Bunu tanıyor musunuz?’ diye sorar. Onlar da, ‘Evet, bu ölümdür.’ diye cevap verirler ve hepsi onu görmüş olurlar. Sonra bu koç (onların gözü önünde) kesilir. Sonra (aynı münadi), ‘Ey cennet ehli burada ebedîlik (hulûd) vardır, ölüm yoktur. Ey cehennem ehli size de ebedîlik var, ölüm yoktur.’ der.” (Daha sonra Resûllullah) şu âyeti okur: “Her şeyin hükme bağlanacağı o onulmaz pişmanlıklar gününün (gelip çatacağı konusunda) onları uyar. Çünkü onlar hâlâ gaflet içindeler ve (o günün geleceğine) inanmıyorlar.”270
   Gazâlî bu tür hadislerde geçen varlıkları hakiki varlık olarak telakki etmenin doğru olduğunu kabul etmediği gibi, bu tür hadislerin tamamını mecaz, teşbih veya istiare olarak görmenin de doğru olmadığını söyler. Ona göre ölüm bizâtihi bir koç şekline dönüşmeyecek fakat hem cennet ehli hem de cehennem ehli onu hissî bir varlık olarak bu şekilde tasavvur edecektir. Ölümün koça dönüşmesi ve boğazlanması, hariçte değil onların duyularında gerçekleşmiş olacaktır. Böylece artık âhirette ölümün varlığından ümitler kesilmiş olacaktır.271

Hadislerdeki İllet ve Hikmeti Tespit Etmek
   Hadisleri sağlıklı anlamanın ve yorumlamanın ilkelerinden biri de hadiste yer alan hükümlerin illetlerini ve hikmetlerini tespit etmektir. Bunu tespit etmek için sorulması gereken soru “niçin” sorusudur. Zira “niçin” sorusu, sadece anlamayı değil açıklamayı da gerektirir.
   Kuşkusuz Hz. Peygamber’in bir hüküm koyarken dikkate aldığı genel ve özel birtakım esaslar vardır. Genel ve küllî esaslar, makâsıdü’ş-şerîa olarak bilinen dinin temel gaye ve ilkeleridir. Özel esaslar ise hükmün sebebini ve amacını ifade eden illet ve hikmettir. Bir hadisteki hükmün bizler için nasıl bir anlam ifade ettiği, hadisin dayandığı sebep, illet ve hikmetin tespitine bağlıdır. Eğer illet devam ediyorsa hüküm de bâkî kalacak, sebep ortadan kalkmışsa hüküm de ortadan kalkacaktır. Meselâ, illet ve hikmeti bilinmezse Hz. Peygamber’in, “Ateşte pişen yiyeceklerden dolayı abdest alın.”272 hadisi gereği hemen hemen her yemekten sonra abdest almak gerekecektir. Ancak bu söze muhatap olan toplumun, bilhassa yağlı yiyeceklerden sonra, “Kokusu yokluğundan hayırlıdır.” deyip ellerini üzerine sürdüğü, Hz. Peygamber’in, bu toplumu su kullanımına alıştırmak gibi bir amacının olduğu bilinir, ayrıca “vudû” kelimesinin de Arapçada “el yıkamak” mânâsına da geldiği tespit edilirse273 o takdirde hadis, “Ateşte pişen yiyeceklerden sonra ellerinizi yıkayın.” şeklinde anlaşılacaktır.
   Öğle ve yatsı namazlarını geç kılmanın fazileti üzerinde duran Hz. Peygamber,274 ikindi namazının ilk vaktinde kılınması gerektiğini söylemiş, bu namazı geciktirmeye dahi razı olmamış ve güneşin batışından hemen önce kılanı gördüğünde ise şöyle demiştir: “Bu, münafık namazıdır. (Münafıklar) oturup güneşi gözetir, batışına yakın bir vakitte kalkıp (karga gibi) dört defa yeri gagalar ve Allah’ı az zikreder.”275
   Aslında bütünlük ilkesini esas alırsak beş vakit namazın beşi de önemlidir. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Öyleyse Hz. Peygamber’in, ikindi namazına atfettiği bu önem nasıl izah edilebilir?
   Şah Veliyullah Dihlevî, salt ibadetle ilgili bu konuyu dahi Medine toplumunun tarihsel ve toplumsal şartlarıyla izah etmiştir. Bir tarım toplumu olan Medine’de, insanları en çok namazdan alıkoyacak vakit, ikindi vaktidir; zira bu vakit, esnafın çarşı pazara, çiftçinin tarla ve bahçesine gittiği en uygun vakittir.276
   Gündüz iki vakitte mesai yapılıyordu: Biri, sabah namazından sonraki vakitti ki bu vakitte namaz yoktu ve öğle vakti gelmeden —iklim icabı— herkes evine çekiliyordu. Kaylûle (öğle uykusu) Arap’ın vazgeçilmez alışkanlığıydı; hatta sıcak iklimden dolayı Hz. Peygamber, öğle namazının ikindi serinliğine doğru kılınmasının daha efdal olduğunu söylemişti.277 Çalıştıkları ikinci vakit ise ikindi vaktiydi. İşte Dihlevî’ye göre, bu mesai insanları namazdan alıkoyduğu için Hz. Peygamber, terğîb ve terhîb kastıyla ikindi namazının önemi üzerinde hassasiyetle durmuştur.278

Hadislerde Muhatabı ve Muhatabın Konumunu Belirlemek
   Hadisleri sağlıklı anlamanın bir diğer ilkesi de hadise muhatap olan kimselerin belirlenmesidir. Zira her hitap öncelikle muhatap içindir. Hadislerde Hz. Peygamber’in doğrudan ve ilk muhatapları, onun devrinde yaşayan kimselerdir. Ancak İslâm dininin evrenselliği ve ebedîliği gereği, Hz. Peygamber’in her çağdaki dolaylı muhatapları da unutulmamalıdır.
   Hadislerde ifade edilen bir hüküm ya da husus, muhatabın şahsına, durumuna, güç ve kuvvetine, yaşına, maddî durumuna, cinsiyetine, hatta medenî haline göre değişebilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber bütün sözlerinde daima muhataplarının durum ve ihtiyaçlarını gözetmiştir. Bu yüzden hadisin zengin-fakir, kadın-erkek, yöneten-yönetilenden kime hitap ettiğini; bütün ümmete mi seslendiğini yoksa yerel insanlara mı konuştuğunu tespit etmek önemlidir.
   Hiç şüphesiz Hz. Peygamber’in hitap ettiği toplumda farklı kabiliyetlerde yaratılmış, ilgi, ihtiyaç ve konumları birbirinden farklı pek çok insan bulunmaktaydı. Dolayısıyla o, gönderildiği toplumda yerleştirmek istediği esas ve prensipleri kişilerin durumlarına göre düzenlemiş, soru soranların her birine onun için yararlı ve ona özgü gördüğü şeylerle mukabelede bulunmuştur. Bunun en açık örnekleri amellerin fazileti konusundaki hadislerde görülür. Meselâ, soru soranlardan birinin gururlu olduğunu ve insanlardan uzak olduğunu görerek ona insanlara yemek yedirmeyi ve tanıdığı tanımadığı herkese selâm vermeyi en faziletli amel olarak tavsiye etmiş, kimi zaman da eli ve dili ile diğer insanlara rahatsızlık veren birini görerek ona da bundan vazgeçmesi yönünde telkinlerde bulunmuştur. Kısacası o, soru soranların haline göre en uygun davranış neyse onu öğütlemiştir. Kimine, “Faziletlerin en üstünü, seninle bağını kesenle irtibat kurman, senden esirgeyene vermen ve sana ağır konuşanı bağışlamandır.”279 buyurmuş, “Hangi amel daha faziletlidir?” diye soran birine, “Vaktinde kılınan namazdır.” cevabını vermiş,280 bir başkasının sorusuna da, “Allah’a iman ve onun yolunda cihad.” karşılığını vermiştir.281 Dolayısıyla Hz. Peygamber’in aynı soruya verdiği farklı cevaplar çelişki olarak görülmemelidir.

Hadislerdeki Tedrîcîlik İlkesini Dikkate Almak
   Hz. Peygamber, hidayet elçisi olarak gönderildiği toplumda iyiliği hâkim kılmak ve kötülükleri ortadan kaldırmak için bir yöntem olarak tedrîcîliği esas edinmiş ve insanlara ilâhî hükümleri aşama aşama tebliğ etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi üç yılda âyet âyet ve sûre sûre olarak inmesi282 de tedrîcîlik ilkesinin bir sonucudur. Gerek Kur’an’ın gerekse Hz. Peygamber’in, doğrudan muhatap oldukları toplumdaki yerleşmiş inanç ve uygulamalara karşı en önemli tavrı, seçici davranıp onları toptan reddetmemesidir. İslâm, söz konusu toplumun itikadî, hukukî, ahlâkî ve kültürel yapısını bir gerçeklik olarak kabul etmiş ve bu yapıdaki yerleşik inanç ve uygulamaların bir kısmını aynen kabul ederken bir kısmını ta’dil cihetine gitmiştir. Bazısını karşısına alıp mücadele ederken bazısı ile mücadeleyi tedrîcîlik gereği kademe kademe yapmıştır.
   Vahyin muhatabı olan insanların yeni dinin öğretilerini anlamalarını, kabullenmelerini ve hayata tatbik etmelerini kolaylaştırmak gibi hikmetleri olan tedrîcîlik; namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerden içki, zina, kumar ve faiz gibi yasaklara ve nikâh ve talâk gibi toplumsal düzenlemelere kadar pek çok konuda izlenilen bir üslûp olmuştur. Bu üslûbun önem ve işlevini Hz. Âişe şöyle ifade etmiştir:
   “Kur’an’dan ilk olarak içinde cennet ve cehennem zikrolunan mufassal sûreler nâzil olmuştur. İnsanlar İslâm konusunda bilinç sahibi oldukları zaman ise helâl ve haram âyetleri nâzil oldu. Eğer ilk önce “İçki içmeyin.” yasağı inseydi, insanlar, “Biz asla içkiyi bırakmayız!” derlerdi. Eğer ilk önce “Zina etmeyin.” yasağı inmiş olsaydı, insanlar, “Biz zinayı asla bırakmayız!” derlerdi.”283
   Hz. Peygamber Muâz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken ona tedrîcîlik ilkesini elden bırakmamasını şu sözlerle ifade etmiştir: “Sen kitap ehli olan bir topluluğa gidiyorsun. Onları, ‘Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna şehâdet etmeye’ çağır. Eğer bunu kabul ederlerse izzet ve celâl sahibi olan Allah’ın her gün ve gecede kılınan beş vakit namazı onlara farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse Allah’ın zenginlerden alınıp fakirlere dağıtılması şartıyla mallarından sadaka vermeyi farz kıldığını bildir. Bunu kabul ettiklerinde, sakın (zekât olarak) onların mallarından en iyilerini alma! Bir de mazlumun bedduasından sakın! Çünkü onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur.”284 Şu halde hadis rivayetlerini anlamaya çalışırken ve yorumlarken tedrîcîlik ilkesi göz önünde bulundurulmalı ve rivayetlerin hangi aşamada vârid olduğu tespit edilmelidir.

Hadislerde Nesih Olgusunu ve Nâsih-Mensûh Rivayetleri Tespit Etmek
   Tedrîcîlik ilkesinin bir parçası da nesihtir. Nesih, şer’î bir hükmün daha sonra gelen şer’î bir delille kaldırılmasıdır. Buna göre İslâm’ın başlangıcından itibaren vahyin inmesi ve bazı yükümlülükler getirmesi birtakım safhalar halinde gerçekleşmiştir. Her safhada toplumun şartları dikkate alınarak bazı özel amaçlara yönelik olarak bazı geçici hükümler devreye sokulmuş, gözetilen amaç gerçekleşince de bu ara hükümlerin uygulamasına son verilerek asıl hüküm belirlenmiştir. Bu durum Hz. Peygamber’in hadisleri için de geçerlidir. Bir hükmü nesheden âyete ya da hadise “nâsih”, hükmü neshedilen âyete ya da hadise de “mensûh” denilir. Hadis ilimleri arasında sayılan “Nâsih ve mensûh hadisler ilmi”, hadis rivayetlerinden hangilerinin hükmünün devam ettiğini ve hangilerinin hükümlerinin kaldırılıp onlarla amel edilmeyeceğini konu edinir.
   Neshe örnek olarak Abdullah b. Büreyde’nin naklettiği şu hadis zikredilebilir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Daha önce kabir ziyaretini size yasaklamıştım; artık kabirleri/mezarları ziyaret edebilirsiniz. Daha önce kurbanların etlerini üç günden fazla elinizde tutmanızı size yasaklamıştım; artık uygun gördüğünüz kadarını elinizde tutabilirsiniz. Daha önce tulumdan başka herhangi bir kaptan şerbet içmenizi yasaklamıştım; artık bütün kaplardan içebilirsiniz, fakat sarhoş edici olanından içmeyin.”285

Hadisler Arasında Görülen İhtilafların Çözüm Yollarını Araştırmak
   Dinî metinlerde asıl olan, birbirleriyle çelişmemeleridir. Çünkü dinî metinler hakikati ifade ederler ve bu metinlerin kendi aralarında uyum içinde olmaları beklenir.286 Bu hüküm hadis rivayetleri için de geçerlidir. Allah’ın Resûlü sıfatıyla Hz. Peygamber’den sâdır olan sözler çelişkiden ve tutarsızlıktan uzaktır. Ancak bazı rivayetler arasında zahiren çelişkilerin görüldüğü de bir gerçektir. İşte hadis ilimleri içerisinde hadislerde görülen teâruz ve ihtilâfları konu alan “Muhtelifü’l-hadîs” adlı ilmin varlık sebebi budur. Muhtelifü’l-hadîs, “makbul bir hadisin aynı konuda kendisi gibi makbul bir veya birçok hadise yahut öteki delillere görünürde veya gerçekte mânen muhalif olmasından ve bu muhalefetin giderilme yollarından bahseden ilim dalıdır.”287 Ancak hemen belirtilmelidir ki iki hadis arasında bir çelişkiden söz edebilmek için hadislerin her ikisinin de sıhhat ve sübut açısından aynı düzeyde makbul sayılmaları gerekir.
   Hadisler arasındaki ihtilâfın sebepleri arasında Hz. Peygamber’in farklı durumlarda, duruma özgü farklı davranış sergilemesi, maksadına göre değişik ifadeler kullanması, fiillerinin hükmünü her defasında açıklamaması, sorulara muhataplarına göre ve gerektiği ölçüde cevap vermesi gibi hususlar ifade edilebilir. Diğer yandan râvinin hadisin bir kısmını duyup diğer kısmını duymamış olması, Hz. Peygamber’in maksadını yanlış anlaması, hadisin sebeb-i vürûduna vâkıf olmaması gibi râviye ait ihtilâf sebeplerinden söz edilebilir. Ayrıca hadislerin mânâ ile rivayet edilmiş olması, rivayette ihtisar, ziyade yahut tashifin bulunması, hadislerin lafızlarının ve Arap dilinin kendine özgü incelikleri ve teşrî usulünde takip edilen tedrîcîlik ilkesi gibi nedenler de hadislerde görülen zâhirî ihtilâfın nedenlerindendir.288
   Hadis âlimleri hadisler arasındaki ihtilâfın giderilmesinde dört aşamalı bir usul takip etmişlerdir. Bunlar:
a) Cem’ ve telif: Aralarında ihtilâf olan hadisleri usulüne uygun bir şekilde tevil ederek uzlaştırma ve bağdaştırma esasına dayanır. Böylece her iki hadis de yürürlükte kalır ve ikisiyle de amel etmek mümkün olur. Cem’ ve telif usulü, hadislerdeki ihtilâfa makul bir izah getirmek için hadis ilminin ve diğer ilimlerin verilerini dikkate almak zorundadır. Dolayısıyla hadis âlimlerinin kişisel kabiliyetlerine ve yetkinliklerine bağlı olarak sınırsız şekilde uygulama örneği olabilir.
b) Nesih: Hadisler arasındaki ihtilâfın cem’ ve telif yoluyla giderilmesi mümkün olmadığı zaman, hadislerde nesih olup olmadığına bakılır. Nesih, şer’î bir hükmün daha sonra gelen şer’î bir delille kaldırılmasıdır. Aralarında teâruz olduğu düşünülen hadislerde nesih söz konusu ise zaman itibariyle sonra olan hadisin (nâsih) hükmü devam eder, daha önce vârid olan hadisin (mensûh) hükmü kalkar ve onunla amel edilmez.
c) Tercih: Cem’ ve telifi mümkün olmayan, aralarında neshin varlığına da hükmedilememiş bulunan muteârız hadisler, bazı sebeplere istinaden tercih işlemine tâbi tutulur. Bu noktada aralarında zıtlık bulunan her iki rivayet; isnad, rivayet, râvi, metin, lafız, üslûp ve mânâ gibi ölçütler açısından karşılaştırılır ve diğerine karşı daha üstün olan tercih edilir.
d) Tevakkuf: Yukarıda belirtilen üç işlem sonucunda hadisler arasındaki ihtilâf hâlâ giderilemezse, tevakkuf edilir yani bu konuda kesin bir hükme varılmaz ve bir çözüm bulununcaya kadar kanaat izhar edilmez.289


*253 Özafşar, Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 342-376.
*254 B5931 Buhârî, Libâs, 82; M5573 Müslim, Libâs ve zînet, 120.
*255 Özafşar, a.g.e., 370-371.
*256 İbn Kuteybe ed-Dineverî, Uyûnü’l-ahbâr, Dârü’lkütübi’l- mısriyye, IV, 102; HÜ5/192 İbnü’l-Esîr, en- Nihâye fi garibi’l-hadisi ve’leser, V , 425.
*257 Hz. Peygamber’in bütün hadislerinin vahye dayandığı düşüncesine delil olarak gösterilen 53. Necm Sûresi’nin 4. âyeti hakkında bir değerlendirme için bkz. Koç, Mehmet Âkif, “53/ Necm Sûresi’nin Tefsirinde Bazı Tarihî Sorunlar Üzerine”, İslâmiyât, V I-1, s. 165-171 (2003).
*258 İbrâhîm, 14/11; Kehf, 18/110; Enbiyâ, 21/34; Fussilet, 41/6.
*259 Bkz. B401 Buhârî, Salât, 31; M6614 Müslim, Birr, 88.
*260 Kamer, 54/24; İbrâhîm, 14/10.
*261 M6126 Müslim, Fedâil, 139; M6127 Müslim, Fedâil, 140.
*262 Berire hakkında bkz. Aşıkkutlu, Emin, “Berîre”, DİA, V , s. 503-504.
*263 T2124 Tirmizî, V esâyâ, 8.
*264 T1155 Tirmizî, Ridâ, 7.
*265 D2235 Ebû Dâvûd, Talâk, 19-20.
*266 MA13010 Abdürrezzâk, Musannef, V II, 250; B5283 Buhârî, Talâk, 16; İM2075 İbn Mâce, Talâk, 29.
*267 D2231 Ebû Dâvûd, Talâk, 18-19.
*268 Erul, Bünyamin, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, s. 277-278.
*269 B4730 Buhârî, Tefsîr, (Meryem) 1; M7181 Müslim, Cennet, 40.
*270 Meryem, 19/17. Bkz. Görmez, Mehmet, “Gazâlî Felsefesinde V arlık Mertebeleri Bakımından Hadislerin Anlaşılması ve Yorumlanması”, AÜİFD, S. XXXIX, 1999, s. 360.
*271 Görmez, a.g.m., s. 361.
*272 M788 Müslim, Hayız, 90; İM485 İbn Mâce, Tahâret, 65.
*273 Hattâbî, Ebû Süleyman Hamd b. Muhammed b. İbrâhim, Garîbü’l-hadîs, I, 80.
*274 İM701 İbn Mâce, Salât, 12; T157 Tirmizî, Tahâret, 5.
*275 M1412 Müslim, Mesâcid, 195.
*276 Dihlevî, Huccetüllahi’lbâliğa, I, 537.
*277 N498 Nesâî, Mevâkıt, 2; İM680 İbn Mâce, Salât, 4.
*278 Dihlevî, Huccetüllahi’lbâliğa, I, 438.
*279 HM15703 İbn Hanbel, III, 439.
*280 B5970 Buhârî, Edeb, 1; M256 Müslim, Îmân, 140.
*281 N3159 Nesâî, Cihâd, 32 HM7850 İbn Hanbel, II, 288.
*282 İnsan, 76/23.
*283 B4993 Buhârî, Fedâilü’l- Kur’ân, 6.
*284 B1496 Buhârî, Zekât, 63.
*285 M5114 Müslim, Edâhî, 37.
*286 Karadâvî, Yusuf, Sünneti Anlamada Yöntem, s. 267.
*287 Çakan, İ. Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, s. 34.
*288 Bu nedenler hakkında detaylı bilgi ve örnekler için bkz. Çakan, İ. Lütfi, a.g.e., s. 105-138.
*289 İhtilafı giderme yolları hakkında geniş bilgi ve örnek için bkz. Çakan, İ. Lütfi, a.g.e., s. 159-224.