i. Sünnetin İslâm’daki Yerini ve Değerini Bilmek

   Özel anlamda Hz. Peygamber’in bir davranışının sünnet olup olmadığını anlayabilmek için Hz. Peygamber’in genel anlamda sünnetinin İslâm’daki yerinin doğru tespit edilmesi gerekir. Başka bir ifadeyle “örnek bir hayat tarzı”, “Hz. Peygamber’in topyekûn örnekliği, rehberliği ve önderliği” mânâsındaki “genel anlamda sünnet”i anlamadan, onun bir davranışının dinî değerini anlamak kolay olmayabilir. Ancak bu değeri yalnızca Hz. Peygamber’e itaat etmeyi,324 ona tâbi olmayı,325 onu rehber edinmeyi326 ve onu örnek almayı327 emreden âyetlerde yahut “Bana Kitap (Kur’an) ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir.”328 şeklindeki hadislerde aramak eksiklik olur. Sünnetin değeri, İslâm davetinin kendi tabiatında saklıdır. Sünnetin değerini anlayabilmek için Kur’an’ın ona verdiği değer, Hz. Peygamber’in ona yüklediği anlam, vahyin bir peygamber vasıtasıyla indirilmesinin hikmeti, peygamberlerin insanlar arasından seçilmesinin anlamı ve sünnetin Müslüman kültür ve İslâm medeniyetinin oluşumundaki rolü çok iyi tespit edilmelidir. Zira sünnet, mücerret bir bilgi kaynağı değil, aynı zamanda İslâm’ın ve Müslümanların varlık, bilgi, ahlâk ve bir bütün olarak değerler sistemine kaynaklık eden hayatî bir değerler manzumesidir. Sünnet, inanç esasları ve ibadetlerden günlük hayatın bütün alanlarına kadar Müslümanlara kılavuzluk eden nebevî bir rehberdir. Sünnet, kelâmdan fıkha, sanattan edebiyata hatta mimariye kadar Müslüman kültürünün ve medeniyetinin kurucu öğesidir ve onu bir bütün olarak böyle okumak, anlamak ve değerlendirmek gerekir.
   İslâmiyet’in doğuşundan kısa bir müddet sonra dünyaya yayılmasında, yerleştiği bölgelerde sürekliliğinin sağlanmasında ve farklı kültür ve coğrafyalarda yaşayan mensupları arasında ortak bir süluk ve yaşama biçiminin oluşmasında sünnet-i nebeviyyenin rolü büyük olmuştur. İslâm’ın Mekke’deki mütevazı başlangıcından bir dünya dini hâline gelişine kadarki gelişim sürecinde her durumda benzerlik arz eden bir kültürü nasıl meydana getirdiği ancak sünnetin etkisiyle açıklanabilir. Sünnet, farklı zamanlarda ve coğrafyalarda, kadim din ve kültürlerin etkisi sürmeye devam ederken yerli hayatın alışkanlıkları, örf, âdet ve geleneklerine rağmen müşterek ve kendine özgü bir İslâm kültürünün meydana gelmesindeki başlıca unsurdur.
   Dünyanın muhtelif yerlerine dağılan milyonlarca Müslüman günlük hayatlarında Hz. Peygamber’in sünnetlerini örnek almaktadırlar. Müslümanlar on dört asırdan beri Hz. Peygamber nasıl uyanmışsa sabahları öyle uyanmaya, o nasıl yemek yemişse öyle yemeye, nasıl yıkanmışsa öyle yıkanmaya ve hatta tırnaklarını onun kestiği gibi kesmeye gayret göstermişlerdir. Müslüman toplumları birleştirmek konusunda, günlük hayatın en basit hareketleri için bu ortak örneğin varlığından daha büyük bir güç mevcut değildir. Çinli bir Müslüman, her ne kadar Çin ırkından da olsa, bazı yönlerden Atlantik sahilindeki bir Müslüman’ın davranışına benzeyen bir tutum, davranış, hareket ve yürüyüş tarzına sahiptir. Bunun sebebi, her iki toplumun da asırlar boyunca aynı örneğe tâbi olmalarıdır. Her iki yerde de Hz. Peygamber’in sünnetinin ruhundan bir şeyler görmek mümkündür. Bu temel birleştirici faktör, bir örneklik olarak bu ortak sünnet veya yaşayış tarzı öncelikle Kur’an’dan, ikinci olarak da daha doğrudan ve daha hissedilir bir tarzda Hz. Peygamber’in, hadis ve sünnetinden gelmektedir.329
   İslâm’ın simasına damgasını vuran ve İslâm dünyasındaki ortak dinî görüntüyü veren sünnettir. Hatta bu birliğin sadece inanç ve ibadetle değil, yeme içme, giyim kuşam gibi temel ihtiyaçların ahlâkî esasları dâhil hayatın en ince teferruatına kadar yansımış olması pek çok oryantalistin dikkatini çekmiş ve sünnet ve hadisi, İslâm toplumlarını tahlil edecek sosyal ve kültürel antropolojinin en temel kaynağı olarak görmelerine vesile olmuştur.330 İslâm’ın tarihsel deneyimi ve bu deneyim içinde ortaya çıkan farklı düşünce okullarını anlamada “süreklilik” ve “değişim” anahtar kavramlardır. Zira küçük bir şehir devletinden büyük imparatorluklara uzanan İslâm’ın tarihi, aynı zamanda sürekli bir değişim tarihidir. İlk asırlarda dinî, siyasî ve sosyal her meselede ortaya çıkan ihtilâflar bu değişime verilecek cevapla ilgilidir. Tarih boyunca Hz. Peygamber’in sünneti, İslâm’ın çarpık değişimlere karşı kullanılan en büyük mukavemet gücü olmuştur. Zaman zaman makul ve olması gereken değişimler için de hadislerden hareketle olumsuz tavırlar takınıldığı olmuştur. Siyasî, fikrî ve sûfî geleneğin gelişim süreçleri “her yenilik muhdes, her muhdes bid’at, her bid’at dalâlet ve her dalâletin insanı götürdüğü yer cehennem”331 hadisi ile eleştirilmiştir.
   Hz. Peygamber’in sünnet-i seniyyesi, asr-ı saadeti sürekli olarak şimdiki zamana taşımanın adresini ifade eder. Zira sünnet tarihte kalan ve böylece mazi olmuş bir şey değildir. Sünnet ve hadisin, özünde yatan evrensel ilkeleri bakımından tarih üstü bir özelliği vardır. Sünnet-i Nebeviyye bilhassa siyasî, sosyal ve kültürel çöküş ve çözülme zamanlarında kurtuluş hareketlerinin ana malzemesi olmuştur.332 Sarsıntı ve çöküşün sebepleri sadece inançların zayıflamasında aranmış, inançların zayıflığı ise yirmi üç yıl süren saadet döneminin saf ve berrak düşüncelerinin kaybolmasına bağlanmıştır. Her çöküş anında yeniden yükselebilmek asr-ı saadete dönüşe bağlanmış ve bu durumda yapılacak tek şeyin, Hz. Peygamber’in yaşadığı zaman dilimini ve bu zamana hâkim olan hayat tarzını yeniden keşfederek, o saf ve berrak inancın ana ilkelerini yeniden hayata geçirmek olduğu düşünülmüştür. Hz. Peygamber’i ve yaşadığı saadet asrını keşfetmenin yolunun ise, onun söylediklerini ve yaptıklarını yani hadislerini ve sünnetini yeniden ihya etmekten geçtiği kabul edilmiş, bu da asr-ı saadetin yaşayan belgeleri olan sünnet ve hadisin önemini artırmıştır. Bu bağlamda sünnet ve hadis, asr-ı saadeti sürekli şimdiki zamana taşıma gayretini ifade etmiş ve başlangıç döneminden uzaklaşan ümmeti kaynaştıran bir araç vazifesi görmüştür.
   Aslında ilâhî vahiy ile nebevî sünnet birbirinden ayrı olarak değerlendirilemez. Kur’an gerekçe gösterilerek sünneti toptan reddetme tavrının ilmî ve ahlâkî bir temeli yoktur. Sünneti yüceltme adına Hz. Peygamber’i beşer üstü bir konuma yükseltme gayreti de makbul ve muteber görülemez.

*324 Nisâ, 4/64. 325 Âl-i İmrân, 3/31.
*326 En’âm, 6/90.
*327 Ahzâb, 33/21.
*328 D4604 Ebû Dâvûd, Sünne, 5.
*329 Nasr, Seyyid Hüseyin, İslâm, İdealler ve Gerçekler, s. 92-93.
*330 Bu konuda bkz. Mehmet Görmez, “Klasik Oryantalizmi Hadis Araştırmalarına Sevk Eden Temel Faktörler Üzerine”, s. 11-31.
*331 M2005 Müslim, Cum’a, 43; N1579 Nesâî, Îdeyn, 22.
*332 Sünnet ve hadis, İslâm Peygamberi’nin söz ve uygulmalarını temsil ettiği için Müslümanlar her dönemde bu iki mefhuma yüksek ilgi ve alâka göstermişlerdir. Ancak İslâm tarihinin üç dönüm noktasında, bu ilgi ve alâka daha fazla artmıştır Her üç dönemden sonra, hadisin telif ve tasnif çalışmalarına hız verilmiştir. Birinci dönem; Üçüncü Halife Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayan, Cemel ve Sıffîn Savaşları’yla alevlenen, ilk hilâfet düzeninden saltanata geçişle neticelenen dönemdir. İkinci dönem; 656/1258 yılında İslâm’ın hilâfet merkezi olan Bağdat’ın yağmalandığı ve Hindikuş Dağları’ndan Kızıldeniz ve Akdeniz’e kadar Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyanın Moğollar tarafından istilâ edildiği dönemdir. Üçüncü dönem ise Rönesans ve Sanayi Devrimi ile başlayan, sömürge hareketleriyle devam eden ve imparatorlukların çöküşü ile biten dönemdir.